26 Ağustos 2011 Cuma

Rocconnect ile Facebook'a SES geldi: 30 dakika bedava konuş, yeni insanlarla tanış!


Dünyada ilk defa Türkiye’de, Facebook’ta cep telefonu üzerinden iletişim başladı. Rocco Sıkısakız için Turkcell ile ortaklaşa hazırlanan "Facebook’tan arama yapma servisi"ne sadece telefon numaranızı vererek dahil olabiliyorsunuz. Linke tıklayıp http://www.facebook.com/roccoloji kaydınızı tamamladıktan sonra uygulamaya kayıt olan herkesle Rocco’nun hediye ettiği 30 dakikayı kullanarak konuşabiliyorsunuz. Projeyi anlatan ve uygulamanın da kullanım kılavuzu olan eğlenceli video size her şeyi anlatıyor.

Üyelerin telefon numaraları görünmediği için hem eğlenceli hem de çok güvenli olan Rocconnect Tıkla Konuş ile bedava konuşmak için Turkcell abonesi olmanız ve bir Facebook hesabınızın olması yeterli.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Duygusal Eğitim


Gustave Flaubert'in Duygusal Eğitimi son okuduğum kitap. İletişim Yayınları'nın Dünya Klasikleri serisinin baskısını okudum, bu serinin yayın yönetmeni Orhan Pamuk'muş.Orhan Pamuk'un en sevdiği ve hayran olduğu yazarların başında Flaubert geldiğini biliyorum. Flaubert'in daha önce Madam Bovary'sini okumuştum ve çok beğenmiştim. 1821 yılında doğmuş olan Flaubert, Madam Bovary'i 35 yaşında yazmış. Duygusal Eğitim'i ise 23 yaşında bitirmiş (kitabın arka kapağında verilen bilgiye göre Flaubert bu kitap üzerinde neredeyse 25 sene çalışıp 1869'da yani 48 yaşında yayınlamış), doğrusu böyle bir romanı o yaşta yazması inanılmaz. Gerçi romanda kendi hayatından esinlenmeler anladığım kadarıyla oldukça fazla. Kendisi de Frederic gibi hukuk eğitimini yarım bırakmış, ve aynı onun gibi kendisinden yaşça büyük evli bir kadına neredeyse hayat boyu büyük bir aşkla bağlı kalmış.

Kitabın arka kapağında Marcel Proust'un "Dostoyevski'nin bütün romanlarının ismi 'Suç ve Ceza' olabileceği gibi, Flaubert'in bütün romanlarının -en başta Madam Bovary olmak üzere- ismi de pekala 'Duygusal Eğitim' olabilirdi", sözüne yer verilmiş.

Kitabı okurken Stendal'a benzettim, Stendal Flaubert'ten neredeyse 40 yaş büyük olmasına rağmen bu iki Fransız yazar Realizm ve Romantizm akımlarının temsilcileridir. Dolayısıyla üslupları benzetmem de doğal sanırım. Bu arada kitabı güzel kılan bir diğer unsur da herhalde Cemal Süreya'nın güzel çevirisi olsa gerek. Kitabın konusu kısaca Frederic isimli aristokrat bir gencin yaşamı ve karakterinin değişimi verilirken diğer taraftan 1848 devrimleri, Fransa'da İkinci İmparatorluk yönetiminin kuruluşu gibi Avrupa'nın siyasi olaylarına da yer verilmiştir. Doğrusu bu siyasi olaylar okumamı yer yer zorlaştırdı, dönemin tarihini bilen, ilgi duyan biri kuşkusuz daha fazla zevk alacaktır bunları okumaktan. Kitabın sonunda Philippe Desan'ın "Falubert'in Duygusal Eğitimi'ne Dair Bir Okuma" başlıklı yazısı vardı, orada okuduğuma göre Flaubert de kitabında tarihi olaylar ve kişilerin kendi roman kahramanlarını gölgede bırakacağı endişesini yaşamış, bu nedenle tarihi olayları oldukça yüzeysel vermeye ve bunları roman karakterlerinin sohbetleri dışına taşırmamaya gayret etmiş. Ne kadar da iyi etmiş:)

Romanın konusuna geri dönersek, Frederic babasını kaybetmiştir, annesiyle zengin ve mutlu bir hayat sürer, asil olmalarına rağmen servetleri sınırlıdır, annesi Frederic'in hukuk okuyup yüksek mevkilere gelmesini arzular. Frederic narin yapılı ve duygusal bir çocuktur, en yakın arakadaşı ise ne zengin ne de asil olan ancak hırslı ve mert biri olaak tanınan Deslauriers'dir. Birlikte hukuk mektebine başlarlar, Deslauriers okulu bitirir, doktorasını da yapar ve avukat olur. Frederic ise bir gün vapurda Madam Arnoux'yu görür, bu kadın kendisinden belki 10 yaş büyüktür ancak ondan çok etkilenir, kadının yanında iki küçük çocuğu da vardır üstelik. Sırf onun izini kaybetmemek için eşiyle tanışır, adamın sanat malzemeleri ve bazı sanat eserleri sattığı bir dükkanı vardır, yarım ağızla onu dükkanına davet eder. Frederic'in sürekli ziyaretleri sonrasında kendisi birden Arnoux'ların aile dostu olup çıkar. Mösyö Arnoux'un çapkın bir adam olduğunu gördükçe ve bir de Rosanette diye bir metresi olduğunu öğrenince Madam Arnoux'a yakınlığı artar. Ne var ki bu kadın ulaşılmazdır, Frederic'in ilanı aşk çabalarına karşılık vermez hatta anlamazlıktan gelir neredeyse. Frederic ise aşka aşıktır, içindeki bu tutkuları doyasıya yaşayacağı bir kadın aramaktadır. Bu sırada Arnoux ile bozuşan Rosanette ile yakınlaşır. Bu kadın cahil, kaba, bayağı olsa da çok güzeldir. Kalbi bir kelebek gibi uçup duran Frederic'i bu bir süre oyalar. Bir taraftan Frederic bir baltaya sap olmaya da çalışmaktadır. Hukuk eğitimini bırakmıştır ancak kültürlü bir gençtir. Bir konuda kitap yazmaya kalkar, sonra politikaya atılmaya karar verir. Ancak bunlardan sonuç alamaz. İlişkilerini de çıkarları doğrultusunda ayarlar. Can dostu Deslauries ile ilişkisine sınır koyar çünkü bu genç sınıfça kendisinden düşüktür. Bir ara Frederic'e amcasından miras kalır, bu rahat yaşayabileceği kadardır. Zaten çok fazla lüks haracaması vardır. Annesinin evinde Roque baba isminde zengin ama asil olmayan bir adam komşularıdır. Bu kişi soylu ve ünvan sahibi Dambreuse ailesi için katiplik tarzı bir iş yapmaktadır. Roque babanın Louise isminde bir kızı vardır, zamanında Frederic bu kıza ağabeylik yapmış onu kitaplar okumuştur ancak bu kız şimdi evlilik çağındadır, kaba saba ancak güzel ve tutkulu bir kızdır. Nasıl olduysa bu kızın Frederic'le evlenmesi fikri gündeme gelir, Frederic düşüncesizce hareket der her zamanki gibi, bu kızla evleneceği yolunda şeyler söyler ve ardından Paris'e arkadaşlarının yanına döner. Genç adam düşüncesiz ve bencildir ancak çoğu zaman başkaları tarafından kullanılmaktan kurtulamaz. Madam Arnoux onun kendisine olan zaafını bildiğinden bunu kocasına yardım toplamak için kullanılır, Rosanette hem parası için hem de başkalarını kıskandırmak için kullanır, Deslauries ve diğerleri de parası için onu ellerinde tutmaya çalışırlar. Frederic çoğu zaman bunları görmez, özellikle kadınlara karşı zayıftır. Madam Arnoux ile aşklarını itiraf ederler ama kadın ne olursa olsun ailesine bağlı kalır, aralarında bir şey yaşanmaz. Rosanette'ten bebeği olur ama bu onun içinde hiç bir duygu oluşturmaz, hatta çocuk ölünce onun ölüm döşeği başında bile kocasını yeni kaybeden ve kendisine tutkun olan Madam Dambreuse ile evliliği sonucu ne kadarlık bir servete konacağının hesabını yapar. Ancak rahmetli Mösyö Dambreuse'un karısına hiç bir şey bırakmadığı ortaya çıkınca bu evlilik de suya düşer. Bütün bu olaylar sırasında kral yanlısı ve halkçı karakterler arasında siyasi sebeplerden darılma ve benzeri şeyler de olur, zaman zaman halk isyanlarına da kitapta yer verilmiştir. Roman uzun yılları kapsamaktadır, 1840'da başlar ve 1867'de son bulur. 1867 yılında Frederic'in durumu şöyle anlatılmıştır;

"Yolculuğa çıktı. Gemilerin hüznünü tattı, sabah ayazında çadırlarda uyandı, görünümlerin ve yıkıntıların göz alıcılığını, yarım kalmış arkadaşlıkların acısını duydu.

Sonra döndü. Sosyete hayatına daldı ve başka aşkları oldu. Ama ilkinin o tükenmez anısı bunları tatsız kılıyordu; üstelik tutkunun şiddeti, hatta duyarlığın çiçeği de yitip gitmekteydi. Entellektüel tutkularında da bir azalma olmuştu. Yıllar geçip gidiyordu; alışmıştı kafasının tembelliğine, yüreğinin uyuşukluğuna."

Bu satırları yazarken Frederic 50 yaş civarında olmalı.



1867'de bir gün Frederic yaşlıca bir adamken Madam Arnoux onu ziyarete gelir. Kocası ölmüştür, zamanında lüksbir yaşam süren bu kadının şimdi eskisinden çok farklı bir hayatı vardır. Buna rağmen kadın zamanında kendisinden aldığı borç parayı getirmiştir, bu da o zaman Frederic'i parası için kullandığını düşündüğümüz bı kadını bize affettirir, sevgisinin saflığından emin oluruz, çünkü yaşadığı fakirliğe rağmen bu parayı Frederic'e hem de onun hiç ihtiyacı olmamasına rağmen getirmiştir. Aşklarından konuşurlar, Frederic ona hiç evlenmeyeceğine dair yemin eder ama bilir ki aşık olduğu kadın Madam Arnoux'dan çok kendisinin hayalinde yarattığı bir kadındır, zaten ona sahip olamadığı için sürmüştür aşkı bunca zaman. Bu yüzden belki ona kendisini teslim etmeye hazır bu kadını alı koymadı. Aşklarından kalan Madam Arnoux'un ona verdiği bir tutam saçtan ibaretti.

Son bölümde kitabın diğer karakterlerinin neler yaşadığından kısaca bahsedilir. En son olarak Frederic ve dostu Deslauries hayatlarına şöyle bir bakarlar ;

"İkisi de aşkı bulamamıştı, ne aşk için çırpınan Frederic ne de iktidar tutkusuyla yanıp tutuşan Deslauriers. Sebebi neydi acaba?

-Belki de dümdüz bir çizgi çekemediğimiz için, dedi Frederic.

-Senin için böyle olabilir. Bense, tersine, ikinci derecede önem taşıyan binlerci şeyi hesaba katmadan, aşırı bir doğrulukla hareket ettim. Ben fazla mantıklıydım sense fazla duygulu.
Sonra alın yazılarını, koşulları, yaşadıkları çağı suçladılar."


İşte bu bölüm müthiş bence, çoğumuzun yaşlanınca alın yazımızı, koşulları ve yaşadığımız çağı suçlayacağımız aşikar değil mi? Bu bana çok acı geldi doğrusu. Bir taraftan da yaşamın öyle çok da hesaba gelmeyeceği verilmiş, kitabın en can alıcı kısmı, bütün romanın bir değerlendirmesi bu. Neredeyse aşk için yaşayan Frederic dört farklı kadınla şansını denedi ve aradığını bulamadı, üstelik bu kadınların hepsi de ona aşıktı.

Kitabın sonundaki Philippe Desan'ın makalesi de oldukça ilginç, burada Flaubert'in romanı yazdığı sırada arkadaşlarına gönderdiği mektuplardan parçalar var, yazarken zorlandığını söylüyor.Bir de romanla ilgili diğer kaynaklarda yapılmış bazı eleştirilere yer verilmiş, bunlar romandaki bölümlerin bir kısmındaki devamlılığın eksikliği ve tarihi olaylarla ilgili bir takım eleştiriler. Devamlılık eksikliği pek göze batmıyor doğrusu, olaylar o kadar çok ki çoğu zaman konuşma olmayan kısımlarda kısa kısa paragraflar halinde, neredeyse özet olarak verilmiş.

Bu arada şunu belirtmek isterim ki, roman boyunca Frederic'in karakterindeki değişime de tanık oluyor, bu genç adam yaşı ilerledikçe farklı davranışlara bürünüyor. Bu açıdan bu romanı yazmak, aynı kişinin zaman geçtikçe yaşı ilerledikçe değişimini yansıtmak çok zor olmalı diye düşünüyorum.

Son olarak, bu roman okurken çok fazla heyecan vermedi bana, çok sürükleyici değildi ama bütününe bakınca etkileyici buldum. Özellikle sonu beni gerçekten etkiledi. Yazarın ustalığı tartışılmaz, en azından bundan dolayı okunmalı.

Resim 1: Jean Sala- 'High Noon Tea'
http://www.masterart.com/PortalDefault.aspx?tabid=53&dealerId=121&objectID=354900

Resim 2: Monet- La Prominade
http://www.artquotes.net/masters/monet/la-prominade-75.jpg

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Yeni Kitaplarım


Kitapyurdu'ndan yeni kitaplarım geldi. Bu sefer Japon yazarlara ağırlık verdim. İşte sıradaki 10 kitabım.
Aşkı Seven Beş Kadın - İhara Saikaku
Kiyoto - Yasunari Kavabata
Kişisel Bir Sorun - Kanzaburo Oe
Bahar Karları - Yukio Mişima
Beş Sevim Apartmanı - Mine Söğüt
Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan
Şefkatli Gece - F. Scott Fitzgerald
Kehanet Gecesi - Paul Auster
Doğu Ekspresinde Cinayet ve Nilde Ölüm - Agatha Christie
Bu kitapların bir kısmını takip ettiğim bloglardan aldıkları övgülerden dolayı seçtim. Başlamak için sabırsızlanıyorum:)

Resim: pinterest

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Parti Sonrası Esra ve Ceyda'nın Aracına Binen Kim?


Reklamlarda ünlü simaları görmeye alışığız… Ancak bu sefer Ruffles yeni çıkardığı Burger King tadındaki yeni cipsi için öyle iki isim kullanmış ki evlere şenlik. Çılgın bir parti ve koşturmaca içinde başlayan hikaye bizi bazı seçim ve yollara sürüklüyor, senaryo gereği yanımızda para olmadığından otostop çekmeye başlıyoruz ve kendimizi birden Esra ile Ceyda’nın otomobilinde yardım isteyen bir otostopçu olarak buluyoruz…

İşin eğlenceli kısmı ise, Esra ve Ceyda kardeşleri ile konuşabiliyor olmamız… Cep telefonumuzu verdiğimiz anda Esra ve Ceyda kardeşler bizi arıyorlar ve şanslıysak bedava 60 dakika ve 100 mb internet kazanıyoruz. İşte enteresan hikayenin Esra ve Ceyda’lı bölümü aşağıda, Türkiye’nin ‘parti cipsi’ olan Ruffles ile seçimleri yaparak hikayenin devamını izleyebilirsiniz…

Ayrıca numarayı geri aradığımızda Esra ile Ceyda’nın komik ve bir o kadar enteresan muhabbetlerini dinliyoruz. Üstelik her aramada başka bir muhabbet çıkması da ayrı bir güzellik olmuş…

Benden de size bir kolaylık: Oyuna en kestirmeden bu linkten ulaşabilirsiniz http://www.facebook.com/rufflesturkiye


Bir bumads advertorial içeriğidir.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Bulantı- J.P. Sartre


Bu kitap da star gazetesinin promosyon setinden, uzun zamandır merak ettiğim bir kitaptı. Kitap Roquentin'nin günlüğünden oluşuyor. Roquentin 30 yaşlarında bir yazardır, Rollebon isminde Fransa tarihine ait bir karakterle ilgili bir araştırma kitabı yazmaktadır. Uzun yıllar çeşitli araştırma kitapları yazmak üzere yurtdışında dolaşmıştır ve bir süredir Paris'te bu yeni kitabı üzerinde çalışmaktadır. Resimde sonbaharda Paris'i görüyoruz bu arada, resme bayıldım:) Küçük bir odada sınırlı parasıyla idare etmektedir. Ancak bir süredir bir yabancılaşma hissetmektedir kendine karşı ve etrafındaki nesnelere karşı. Örneğin aynada yüzüne bakar ama yüzü kendisiyle ilişkilendirdiği, kendisini ifade eden bir görüntü değildir kendi yüzünü diğer herhangi bir nesne olarak algılar. Ona göre yaşamı son derece yavandır, günler peş peşe anlamsızca birbirini kovalar. Yaşamdan şu şekilde bahseder;
"İnsan yaşadı mı başına bir şey gelmez. Dekorlar değişir, kişiler çıkar, görüntüler değişir yalnız... Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur. Sonu gelmez, tekdüze bir hesap çizelgesidir bu..... Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir... Olayları anlatırken, onların çıkış biçimini tam tersine döndürmüyor muyuz sanki? Gerçekte hep sondan başlanır. Son oradadır, görünmez olan oradadır. Başlangıcının değerini bir kaç kelimeyle veren odur. Bunlar gelecek tutkuların ışığı ile aydınlatılmışlardır. Sonra öykü sondan başa doğru devam eder. Mutluluklar birbiri üzerine yığılır. Öykünün sonu onları çeker, her an da kendinden bir öncekini çeker. Derken son onların hepsini birden kapıp, kavrayıverir. Ben de hayatımıb anılarının, hatırlanan bir yaşantının ki gibi birbirini izlemesini ve düzenli olmalarını istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya çalışmak gibi bir şey... Ama biz, yarının henüz orada olmadığını hep unutuyoruz."

Sartre felsefede varoluşçuluk akımının öncüsü. Bu akım insan olmanın fiilen deneyimlenmesini vurgular. İnkilap Kitabevi'nin Felsefe Görsel Rehberi'nde Sartre'nin varoluşçulukla ilgili düşünceleri şu şekilde açıklanmış;
"Sartre fiziksel madde ve bilinci birbirinden radikal bir çizgiyle ayırdı, bilinç kendi özgürlüğüyle nitelendiriliyordu. Durumumuz her ne olursa olsun, onu 'reddetmekte' -olayları farklı bir şekilde hayal etmek ya da onları değiştirmek için çabalamakta - özgürüz. Dolayısıyla, kendimizi özgürce yaratmak seçimlerimize ve eylemlerimize bağlıdır, fakat bunun gerektirdiği sorumluluğa göğüs germenin psikolojik bir bedeli vardır."

Görüldüğü üzere yazar kadere inanmamakta aynı zamanda da varlığın başlangıcını da sorgulamaktadır. Sartre'nin ateist olduğu söyleniyor. Ancak zaman zaman bu tür düşünürlerin fikirlerinin yanlış yorumlandığını da düşünüyorum. Kaderciliğe karşı olmakla ateist olmak bağlantılı değil bana göre. Nietzche'nin de ateist olduğu söyleniyor ancak Böyle Buyurdu Zerdüşt'te insanlara yapılan bir eleştiri vardı. İnsanın kendisine verilen özgür iradeyi kullanması ve eser vermesi, düşünmesi gerekliliği vurgulanıyordu.

Sartre Bulantı'da Roquentin'e şunu söyletiyor;
"Bütün insanların evet bütün insanların hayranlığa değer olduklarını biliyorum. Siz de hayranlığa değersiniz, ben de. Tanrı'nın yarattıkları olmamız bakımından tabi,".
Burada Yunus Emre'nin "severim yaradılanı yaradandan ötürü," sözünü hatırlatıyor bize. Sartre'ın ateist olduğunu söylemek mümkün mü?
Kitapta varoluşçulukla ilişkilendirilen hümanizmle ilgili de yer yer eleştiriler var.

Aynı bölümde Bulantı kitabı hakkında ise şu satırlara yer verilmiş;
"İlk romanının adı olan Bulantı, Roquentin adlı kahramanın kendi özgürlüğünün gerçekliğine verdiği patolojik tepkiye ve ona aldırış etmeyen bir dünyada anlam arayışına gönderme yapar."

Yazara göre varoluşumuz üzerinde bir etkiye sahip değiliz, kendiliğimizden varolmuş durumdayız ancak varoluşumuzun hiç bir şeye bağlı olmayışı anlamsız birşey. İşte bu yazarda 'bulantı' diye tanımladığı bir duygu meydana getiriyor. Varoluşumuz aynı zamanda bizim dışımızdaki diğer varoluşlarla tanımlanıyor. Ancak bu varoluş yapılan bazı şeylerle anlam kazanabiliyor. Örneğin Roquentin, Rollebon hakkında yazarken -aslında hem Rollebon'un varlığını- hem de kendi varlığını güçlendiriyor.
"Düşüncem, ben demek. İşte kendimi bu yüzden durduramıyorum. Varım çünkü, düşünüyorum."

Yazarın şu düşüncesi bence çok yerinde, 'varolmak demek kütlemizin dünya üzerinde yer kaplaması demek değil, düşüncelerimiz ve verdiğimiz eserlerle varız'.
Aşık bir çifti görünce Roquentin şöyle diyor, "her biri belli bir süre için hayatının anlamını ötekinin hayatında buluyor, yakında ikisinin tek bir hayatı olacak. Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varamayacaklar."

Kendisi de uzun yıllar kendisi gibi bir filozof olan Simoné de Beauvoir ile aşk yaşamış olan Sartre'nin bu düşüncesi de ilginç ve üzerinde düşünmeye değer, "varoluşumuzun amacını başkalarında aramamalıyız" diyor bana kalırsa.
Daha önce nesneleri birer dekor, birer araç olarak kabul etmişken, sonra onların varlığını sorguluyor Roquentin ve onların da birer 'varoluş' olduğunu hissediyor. Varlıkların birbirlerinin 'varoluşlarını' tanımlayışlarından bahsediyor, 'beyaz olmasa siyahın varlığından bahsedemezdik' gibi. Varoluşlar bir şekilde birbirlerine bağlı.

Kitabın yazım tarzını ise Thomas Mann'ın "Venedik'te Ölüm"üne benzettim, orada da yazar Aushenbach da Roquentin gibi yalnızdı ve etrafındaki olaylar ona da buna benzer şekilde yabancı geliyordu. Zaten Mann da varoluşçuluk akımına yakın bir tarza sahiptir.


Bu bir pipo değildir! (Nesnelerin İhaneti)

Bu nesnelere yanacılaşma düşüncesi bana ressam René Magritte'in eserlerini hatırlattı. "Bu bir pipo değildir (nesnelerin ihaneti)," isimli tablosunu hatırlarsınız belki. Kendisi sanatta "gerçek üstücülük" akımına mensup olmakla birlikte, nesnelere yabancılaşma duygusunu verişiyle bence varoluşçuluk akımına yakındır. Zaten Magritte'in Hegel ve Jean-Paul Sartre gibi düşünürlere hayranlık duyduğu, bol bol felsefe okuduğu bilinmekte.



Bu resimde de aynı Roquentin'in bir taşı eline alıp onun varoluşunu hissettiği anda yaşadığı gibi bir yabancılaşma, bulantı duygusu var sanki.

Eğer sürükleyici ve olaylarla dolu bir roman okumak istiyorsanız Bulantı'yı tavsiye etmem. Ama eğer felsefeye, varoluşçuluk akımına ilgi duyuyorsanız, her sayfada kitabı bir kenara koyup düşünmek hoşunuza gidecekse okumalısınız, benim hoşuma gitti, oldukça değişik bir kitaptı.

Resim 1-2: http://www.felsefeforumu.com/viewtopic.php?f=83&t=1575
Resim 3: http://01varvara.files.wordpress.com/2010/03/vladimir-pervunensky-autumn-in-paris-2006-e1270061759125.jpg?w=800&h=580
Ressam: Vladimir Pervunensky (2006)-Autumn in Paris

4 Ağustos 2011 Perşembe

Mısırbilime Giriş


Mısır tarihiyle, mitolojisiyle beni çok etkilemiştir. Geçenlerde Kabalcı'da Mısırbilime Giriş ve Ötedünya Kitapları isimli iki kitabı %50 indirimle görünce aldım. Eric Hornung uzun yıllar önce yazmış bu kitabı ancak sık sık da yeni basımlar için gözden geçirilmiş. Kitapta her konudan bahsedilmiş Eski Mısır'la ilgili, devlet, din, sosyal yaşam gibi onlarca başlık var. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse zor okunan bir kitap, bir ders kitabı zaten aslında. Mısırbilimi öğrencilerine yol gösteren bir kitap olarak düşünülmüş, zaten oldukça ince bir kitap ve yarısından çoğunda literatür bilgisi verilmiş. Konunun uzmanları için en azından literatür çalışması olarak çok değerli bir kitaptır muhakkak. Ancak pek sade okuyucuya yönelik bir kitap değil bence:)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Clannad


En son Clannad isimli bir anime izledim. 23 bölüm ve ova bölümünden oluşuyor dizi. Okazaki Tomoya, alkolik babasıyla yaşayan, derslerle pek arası olmayan bir lise öğrencisidir. En yakın arkadaşı tek derdi sevgili bulmak olan Sunohara'dır. Bir gün okul bahçesinde Nagisa ile tanışır, bu kız fırıncı bir anne-babanın kızı olup oldukça çekingendir. Ancak okulda bir tiyatro kulübü kurmak istemektedir, bu konudaki en büyük destekçisi ve yardımcısı Okazaki olacaktır. Bu arada yan karakterler olarak Tomoyo, Kyou, Ryou, Kotomi ve tabi ki Fuko Ibuki yer almaktadır. Bu karakterlerin hepsinin kendine göre bir hikayesi vardır, yeri geldikçe bunlar anlatılır. Tabi bu karakterlerin hepsi de Okazaki'den hoşlanmakta olup zaman zaman bu duygularını açığa vururlar. Okazaki sayesinde hepsi de Nagisa'nın kurduğu tiyatro kulübüne üye olurlar, bunun sonucunda da aralarında güzel bir arkadaşlık gelişir. Yıl sonunda da Nagisa'nın hazırladığı ve oynadığı tiyatro oyununu sergilerler. Bu süreç Nagisa ile Tomoya'yu yakınlaştırır ve aralarında bir aşk doğar. Tomoya'nın esprileri ve şakacılığı bir hoşluk katıyor, özellikle sorunları olan biri olmasına rağmen neşeli ve etrafındakilere yardım etmeye çalışan biri olması güzel. Lise hayatı, ilk aşk gibi duyguların işlenişi de güzel ve romantikti, bir taraftan da lise son sınıf öğrencilerinin üniversiteye hazırlanışları, gelecek kaygıları var ve tabi bütün bunlar güzel bir arkadaşlık ortamı içerisinde oluyor. İnsan kendi lise günlerini hatırlamadan edemiyor:) Ova bölümüyse diğer bölümlerden bağımsız olarak Okazaki Tomoya ile öğrenci konseyi başkanı olan Tomoyo çıksalardı nasıl olurdu sorusunu cevaplıyor. O da ilginç bir bölümdü.


İşte Clannad'daki başlıca karakterler, Tomoya dışında hepsinin yüzü aynı!

Hikayenin devamını 2009 yılının en dramatik anime'si seçilen Clannad: After Story'de izleyeceğiz. Clannad fena bir anime değildi, sıkılmadan izledik. Şarkıları da fena sayılmazdı, özellikle Dango şarkısı hoştu. Bir eleştirim ise bütün karakterlerin suratı aynı sadece saçları farklı. Özellikle bütün kızların yüzü tamamen aynı, ilk bölümlerde kızları neredeyse ayıramıyordum, bu konuda Itazura Na Kiss oldukça başarılıydı diyebilirim. Sırada Lovely Complex ve Clannad After Story var.
Bu anime ile ilgili ürünler de varmış; http://clannad.blogcu.com/, bu siteden bakabilirsiniz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...