29 Aralık 2010 Çarşamba

Manzaradan Parçalar


Orhan Pamuk'un "Manzaradan Parçalar" kitabını okumaktayım. Kitap bir kaç kısımdan oluşuyor; hayat (yazarın hayatıyla ilgili bazı ayrıntılar ve düşünceler),İstanbul (yazarın çok sevdiği bu şehirle ilgili bazı yazıları), kitaplar ve edebiyat (özellikle ilgimi çeken bu bölümde yazarı etkileyen diğer yazarlar ve önemli kitaplardan bahsedilmiş); diğer başlıklar olan "benim kitaplarım", "sanat" ve "siyaset ve diğer vatandaşlık dertleri" bölümlerini henüz okumadım. 280. sayfaya geldiğim bu kitapta okurken sıkıldığım bir paragraf bile olmadı. Gerek romanlarında gerekse bazı gençlik hatıralarını anlatan İstanbul- Hatıralar ve Şehir kitabında kendisinden ve hayatından bahsetmiş olsa da yazılarıyla ben de hep merak uyandırır hep esrarengiz kalmayı başarır Orhan Pamuk. Bu nedenle yine kendisiyle ilgili yazdığı bu kitabı çok beğenerek okumaktayım. Yazım tarzı da sohbet eder gibi zaten. (Burada bir şeyden daha bahsetmek istiyorum aslında; ben kendisini bu kadar iyi tanırken kendisiyle karşılaşsam hissedeceğim yakınlığı onun hissetmeyeceğini bilmek de doğrusu üzücü:) Kitaba dönersek, bir yazar olarak en çok hangi yazar ve kitaplardan ne şekilde etkilendiğini, bazı kitaplar hakkındaki görüşlerini okumak çok keyifli benim için. Kitabın özellikle muzip bir çocuk edasıyla yazılmış şu paragrafı çok hoşuma gitti;

"Gençliğimde 'memleketim yazarıdır' diye kitaplarını edindiğim, biriktirdiğim , hatta okuduğum orta yaşın üzerinde pek çok yazar , son yıllarda enerjilerinin bir kısmını, benim yazdığım kitapların ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya verdiler. Beni bu kadar önemsemelerine ilk başlarda sevinirdim. Şimdiyse kütüphanemi boşaltmak için depremden çok daha sevimli bir gerekçe bulduğum için memnunum. Böylece kütüphanemin Türk Edebiyatı raflarında, elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarlarının kitapları hızla eksiliyor."

Bu kitapla ilgili tekrar yazacağımı sanıyorum.
Herkese mutlu yıllar, umarım 2011 hepimize şans getirir:)

15 Aralık 2010 Çarşamba

Rebeka


Daphe Du Maurier'in kitabı Rebeka'yı bitirdim, kitabı ilk aldığımda da aslında biraz bahsetmiştim. Oldukça eski bir kitaptı ve şu an parça parça olduğunu söyleyebilirim. Daha önce orta okulda ingilizce dersinde biraz özetini okumuştum ve neredeyse birebir bir uyarlama olan Alfred Hitchock'un yönetmiş olduğu filmini seyretmiştim. Kitabı okuduktan sonra filminin de ilk yarısını tekrar setrettim. Kitapla ilgili ilginç noktalardan biri, bize hikayeyi anlatan kişi olan Maxim de Winter'in ikinci eşinin adını hiç öğrenmiyoruz, anlatıcı o olsa da kitap aslında Maxim'in ilk eşi olan Rebeka'nın hikayesi. Maxim Monte Carlo'ya yaptığı bir gezi sırasında Mrs Van Hopper adında sosteyeden tanıdığı (daha doğrusu kendisini tanıyan) yaşlıca bir bayanla karşılaşıyor, ikisi de aynı otelde kalmakta. Maxim Mrs Van Hopper'ın genç refakatçisinden hoşlanıyor ve ona sürpriz bir evlenme teklifi yapıyor. Evlendikten hemen sonra birlikte meşhur Mandereley malikanesine gidiyorlar. Maxim'in ilk eşi Rebeka altı ay önce bir deniz kazasında hayatını kaybetmiş ancak çok sevilen birisiymiş, güzelliği, zekası her şeyiyle insanları kendine hayran bırakmış. Maxim'in zaten çekingen bir insan olan yeni eşi bir de çevresindekilerin Rebeka hayranlığı nedeniyle oldukça sıkıntılı zamanlar geçiriyor. Ancak Maxim ona Rebeka'ya özenmemesini, kendisini ondan farklı, çocuksu ve saf olduğu için beğendiğini belirtiyor. Evlenmelerinden dört ay sonra, Rebeka'nın kullandığı kotranın battığı yerde bir gemi daha batıyor, bunu araştırmak için yapılan dalışlarda kotraya da ulaşılıyor ve hem kotra hem içindeki cesede ulaşılıyor, incelenmesi sonucu daha önce kayalara çarpıp battığı düşünülen kotraya bilinçli olarak zarar verilip batırıldığı öğreniliyor. Ve cinayet mi, intihar mı? sorusu gündeme geliyor. Okuyucu bunun cevabını bildiği halde bunun ne şekilde ortaya çıkacağı ve nasıl sonuçlanacağı konusunda meraklanarak romanın sonunu getiriyor. Daha önce "Kuzenim Rachel" kitabını okumuş olduğum yazar bu daha kısa olan romanında da güzel bir gerilim yaşatıyor bize, klasik anlamda bir gerilim çok fazla olmasa da benim "gotik" olarak tanımlayabileceğim bir tür, daha doğrusu bu izlenimi daha çok filmde hissettim diyebilirim, yani o karanlık havası, özellikle evin kahyası Mrs. Danvers bu havayı hem romanda hem kitapta güzelce veriyor. Anlatıcının o güvensiz, tedirgin havası yine aynı şekilde bize güzelce yansıtılıyor. Kitabın sonu da bence güzeldi, gizem aydınlandıktan tehlike ortadan kalktıktan ssonra hem Maxim'in hem de eşinin Rebeka'dan dolayı yaşadıkları tedirginliğin hala devam ettiğini görüyoruz. Bu da bence romanın etkileyiciliğini arttırıyor. Romanla ilgili bir diğer şey de yine İngilizlerin alışkanlıklarına ve kurallara ne kadar bağlı olduğuyla ilgili, örneğin ne olursa olsun kıyamet de kopsa saat beşte beş çayı içmeleri, mesela önemli bir şeyi araştırmak için bir yere gidiyorlar ve kapıyı çalmak üzere iken saatin 5 olduğunu fark ederek "tüh tam da beşte geldik, rahatsız etmesek mi?" tarzında bir şey söylüyorlar. Aynı şekilde malikanede ölüm kalım meseleleri gündemdeyken mutlaka beş çaylarını içip yanında kızarmış tereyağlı ekmeklerini yemekten vazgeçmiyorlar. Filmle ilgili olarak en sevdiğim kısım filmin başında Maxim'in ikinci eşi olan anlatıcının "Dün gece rüyamda yine Manderley'deydim" deyişi. Maxim rolü için daha uygun biri bulunabilirdi bence.
Bu arada bugün Orhan Pamuk'un Manzaradan Parçalar kitabına başladım bu arada, daha birkaç sayfa okudum ama gerçekten etkileyici...

2 Aralık 2010 Perşembe

Bana ilham veren bazı şeyler...


Bana ilham veren bazı şeyler işte şunlar;
1.coraline
2.pinterest
3.geninne zlatkis
4. rookie painters
5. hayao miyazaki, howl’un yürüyen şatosu ve benzeri animasyonları
6. mystery case files oyunları (özellikle "Dire Groove")
7. morning glory ürünleri
8. Harry Potter serisi
9. Gretchen Rubin’in mutluluk projesi

24 Kasım 2010 Çarşamba

Pinterest!


Pinterest yeni keşfim olan sitenin ismi, www.pinterest.com . Pinterest , pin (iğnelemek -panoya iğnelemek gibi) ve interest (ilgi) kelimelerinden oluşturulmuş, yani insanlar ilginç buldukları resimleri kendi alanlarında paylaşıyorlar, siz de istediğiniz kişilerin panolarını takip edebiliyorsunuz ve bu panolarda beğendiğiniz resimleri kendi panonuzda tekrar paylaşabiliyorsunuz. Üstelik istediğiniz kadar farklı konularda panolar oluşturabiliyorsunuz, mesela benim ilgimi çekenler arasında kitap kapakları, renkler, damak tatları gibi panolar var. Geçenlerde size Geninne Zlatkis'den bahsetmiştim, takip ettiğim kişilerden biri de o. Gördüğünüz bu terrariumlu fotoğraf onun paylaşımlarından birisi. Oldukça eğlenceli bir site. Site girişindeki adrese mail atarak üyelik talep edebilirsiniz, benim sayfam ise pinterest.com/eren ,iyi eğlenceler:)

22 Kasım 2010 Pazartesi

Howl'un Yürüyen Şatosu


"Yürüyen Şato" Diana Wynne Jones'un 1986'da yazmış olduğu kitabın ismi. Hayranı olduğum ünlü Japon animasyon ustası Hayao Miyazaki bu romanı "Howl'un Yürüyen Şatosu" ismiyle animasyona uyarlamış. Hatta kendisinin eserleri içinde en beğendiğim animasyonu Yürüyen Şato. Bu nedenle de kitabı görür görmez okumak istedim. Diana Wynne Jones da benim en güzel edebi eserlerin İngiltere'den çıkışı tezimi desteklercesine İngiliz. Roman gerçekten çok güzel, özellikle -bazı değişiklikler olsa da- animasyonu izledikten sonra romanı okuyunca, orada severek seyrettiğim karakterler tekrar gözümün önünde canlandı. Konuya bakacak olursak; Sophie çöl cadısı tarafından yaşlı bir kadına dönüştürüldükten sonra kötü bir üne sahip genç büyücü Howl'un yürüyen şatosuna sığınır, burada temizlikçi olarak kendini kabul ettirir. Bu arada bir taraftan kız kardeşlerini Howl'dan korumaya çalışır, bir taraftan da şatoyu büyüleriyle ayakta tutan Calcifer adındaki ateş cininin Howl ile yaptığı, iki taraf için de kötü sonuçlar doğurabilecek sözleşmeyi bozmalarına yardım etmeye çalışır. Zaman içindeyse Howl'a aşık olmaktan kendini alıkoyamaz. İşte böyle fantastik, neşeli ve biraz da romantik bir kitap. Harika bir animasyon versiyonu olmakla birlikte, bence bu roman Harry Potter tarzında bir de filme çekilmeli diye düşünüyorum...Resim photobucket sitesinden alınmıştır.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Design Sponge


Zerdüşt okuma hızımı oldukça düşürdüğü için neredeyse hala aynı yerdeyim. Ben de son günlerde sanat bloglarına takılmaktayım. Yeni keşfettiğim bir site Design Sponge; www.designspongeonline.com. Daha çok tasarım ve sanatla ilgili bir site, ama yemek tarifleri bile var. Her gün ilham verici bir çok fotoğraf görebilirsiniz bu sitede...

6 Kasım 2010 Cumartesi


Daha önce bahsettiğim www.rookiepainter.blogspot.com adresine gördüğünüz resmimi gönderdim. Kuru kalemlerle yaptığım resmin üzerinden suluboyayla geçtim...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Çaylak Ressam


Geçen haftalarda keşfettiğim süper bir blogdan bahsetmek istiyorum; çaylak ressam: www.rookiepainter.blogspot.com ! Bu sitenin sahibi her 3 haftada bir, bir fotoğraf yayınlıyor ve isteyenler bu resmi (her hangi bir bilgisayar programı kullanmadan, elle) istedikleri yöntemle yorumlayarak siteye yolluyorlar ve bunlar sitede yayınlanıyor. Genellikle basit fotoğraflar geliyor ama gerçekten çok farklı ve güzel eserler ortaya çıkabiliyor. Bu sefer ben de resim yollamaya kararlıyım, işte resimde "challenge 14"ü ve benim kuru kalemle yaptığım yorumumu görüyorsunuz, bir de suluboya denemeyi düşünüyorum...

28 Ekim 2010 Perşembe

Nerede O Eski İstanbul Kedileri...


"Ah nerede o eski İstanbul kedileri" isimli resmimi görmektesiniz. Aslında en güzel ve en değişmeden kalan İstanbul sakinleri tontoş kediler, hepsini çok seviyorum:)...

Geninne'in Sanat Blogu


Bugün Geninne Zlatkis'den bahsetmek istiyorum, onun blogunu tesadüfen keşfettim. Kendisi 43 yaşında meksikalı bir sanatçı, kendisi hakkında kısmında ev hanımı olduğunu yazmış ama şu ana kadar bir çok kitap kapağı resimlemiş, çizimleri defter kapaklarını veya yastık kılıflarını süslemiş, suluboya resimlerini satıyor. Çok yaratıcı şeyler var sitesinde, son olarak üzerine çeşitli desenler çizdiği yassı taşları satışa çıkarmıştı. Resimleri o kadar güzel ki, hem çok orijinal hem de insanın içini aydınlatıyor, özellikle kuş çizimleri... Bir de böyle resimde gördüğünüz tarzda mühürler yapıyor, bunları ben yaptım, silgi üzerine aktardığınız çizimleri bu işe özel oyma aletlerini kullanarak şekillendiriyorsunuz,daha sonra mürekkepe batırabilirsiniz veya ben suluboya ile renklendirdim. Geninne bu mühürleri her yerde kullanıyor; günlüğünü süslemekte, tebrik kartı yapmakta ve kahverengi eskiz kağıdı üzerine beyaz mürekkeple baskı yaparak kendine özel kap kağıtları hazırlamakta... Ben yeni başladım bunlar da ilk yaptıklarım, Geninne'in sitesinde bunların nasıl yapıldığı ile ilgili bir video bulabilirsiniz, bence çok ilham verici bir site. Sitenin adresi: http://www.blogdelanine.blogspot.com/.

24 Ekim 2010 Pazar

Kolye


Son kolye çalışmamı görüyorsunuz, son resim çalışmalarımı da yakında eklemeyi düşünüyorum...

19 Ekim 2010 Salı

Nietzsche "Böyle Buyurdu Zerdüşt"


Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli kitabını okuyorum, kitap bir zamanlar insanlardan kaçıp dağda yaşamaya başlayan bir Zerdüşt’ün yaşadıklarını ve düşüncelerini anlatıyor. Zerdüşt yıllarca dağda yaşadıktan sonra artık yeterince dolduğunu hisseder ve insanlara bir şeyler verebilmek için aşağı inmeye karar verir. Kitapta pek çok konuda Zerdüşt’ün (yani Nietzsche’nin) görüşlerine yer veriliyor. Nietzche’nin ateist olduğu biliniyor oysa bana göre insanların dini kendilerine göre yorumlamasına ve inancını onların yorumlarına göre yaşamaya karşı. Ona insanların ruhu bedenden üstün tutmasına, bedeni ve bu yaşamı küçümsemelerine karşı, böyle düşünen bir kişi ateist olamaz çünkü o yaşamın insanlara verilmiş en değerli şey olduğuna inanıyor, bu yaşam için minnet duyuyor, ve inancını bahane ederek yaşamı ve bedenlerini küçümseyen, önemsemeyen kişilere karşı çıkıyor. Bir diğer düşüncesi insanın, hayvan ve insanüstü arasında bir köprü olduğu ve insandaki sevilmeye değer kısmın insanüstü olma potansiyeli olduğu. İnsanüstünün amacı üretmek ve bir şey vermek, ki gerçekten insanın amacı bu olmalı, zaten insanı mutlu eden de bu.

Bu arada Zerdüşt köye gittiğinde bir ip cambazı görür, cambaz ip üzerinde gösterisini yaparken başka bir cambazın kendisinden daha yetenekli olduğunu görür ve intihar eder. Zerdüşt bundan çok etkilenir, halk ölen cambazı küçümser ve dalga geçer, ama Zerdüşt onu çok değerli bulur ve gömmek üzere sırtına alır. Bu davranış onurludur ama bence bu davranış Zerdüşt’ün felsefesine aykırı olmalıydı, tüm gerçekliği ile hayatı kabullenip yaşamak daha değerli değil mi? İp cambazı işini daha iyi yapmak için daha çok çalışmalıydı… Gerçi daha sonra Zerdüşt uyur ve uyandıktan sonra “benim işim ölülerle olamaz”, diyerek cambazı bir ağaç kovuğunda güvenli bir şekilde bırakıp yoluna devam eder.

Zerdüşt dediğimiz gibi pek çok konuda kendi görüşlerinden bahsediyor, mesela kadınlar hakkındaki düşünceleri de pek sevimli değil. Ama genel olarak beden ve ruh ile ilgili düşünceleri sık sık tekrarlanıyor ve diğer konulardaki düşüncelerinin temelinde de bu yatıyor. Henüz yarısına gelemedim kitabın…

6 Ekim 2010 Çarşamba

Ateşböceği Yolu


Bir NewYork Times Best Seller'i olan Ateşböceği Yolu'nu az önce bitirdim. Kitap 624 sayfa, uzun kitapları severim, alıştığımız karakterlerle uzunca bir süre geçirebiliriz beraber. Ama açıkçası bu kitap beni çok etkilemedi, karakterler çok gerçekçi gelmediği için çok fazla kitabın içine giremedim. Yazarın ilk romanı sanki, üslup yeterince iyi değildi bana göre, bazı gereksiz tekrarlar vardı sanki. Ama konu çok iyi seçilmiş bence, daha önce dostlukla ilgili bu tarz bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum, hikaye merak uyandırabilmeyi de başarmış. Yalnız sondaki dram kısmı çok abartılıydı, klişe ve gereksizdi. Evet, hayatın draması varsa Rondo'nun kreması var ama Rondo'nun kreması bile bu dramayı katlanılabilir kılamaz herhalde. Dramdan ziyade bizi mutlu edecek şeylere ihtiyacımız var.

28 Eylül 2010 Salı


Elif Şafak'ın Araf'ını bitirdim, gerçekten değişikti. Özellikle Gail oldukça ilginç bir karakterdi, daha az sivri olsaydı kuşkusuz daha sempatik olurdu ama o zaman da Ömer'in ona aşık olması daha az ilginç olurdu. Gail ruhani şeylerle bu kadar ilgiliyken onun daha yumuşak olmasını beklerdim mesela veya yaptığı zehirli pasta ile arkadaşlarını zehirlememesini, bunu da gerçi manik-depresifliği ile açıklayabilirz herhalde. Tedirgin Ruh Çikolata Dükkanı'nda yaptığı çikolatalar da güzeldi ve saçına hep süslü bir kaşık takması da güzeldi hatta ben bile kaşık koleksiyonu yapsam mı dedim:) Ömer'i ise biraz bencil buldum, hele son sahnede yeni evlendiği eşi Gail ile taksiyle köprünün üzerinden geçerken kulaklıkla müzik dinlemesine sinir oldum..!! Yine bir sürpriz son.. Şimdi bir New York Times best selleri olan Ateşböceği Yolu isimli kitabı okuyorum.

20 Eylül 2010 Pazartesi


Önce kütüphaneden aldığım Yüksek Şatodaki Adam'ı okumaya çalıştım ama pek sürükleyici değildi. Sonra Star gazetesinin verdiği best seller kitap setinden Lisa Garner'in Saklambaç kitabını okumaya çalıştım ama o da çok iç karartıcı bir kitaptı onu da 130 sayfa okuduktan sonra bıraktım. Şimdi Elif Şafak'ın Araf kitabını okuyorum, hoş bir kitap gerçekten. Zarpandit (diğer ismiyle Gail)'in dil ve harflerle ilgili takıntısından bahsediliyor daha çok, aynı zamanda yabancı bir ülkede yaşamanın zorluklarından. En çok hoşuma giden kısım Zarpandit'in yiyeceklerin içinde gördüğü harflere bakıp kehanette bulunması.

12 Eylül 2010 Pazar

Çılgın Kalabalıktan Uzak




Uzun zamandır okumak istediğim Thomas Hardy’nin “Çılgın Kalabalıktan Uzakta” isimli 491 sayfalık kitabını bitirdim. Issız Adam filminde Ada’nın ikinci elini aradığı sonunda Alper’in ona hediye ettiği kitap bu aynı zamanda. Kitabın ismine bakarak “Lady Chatterley’in Sevgilisi” tarzında bir kitap zannetmiştim bunu. Lady Chatterley’de eşi lordla birlikte yaşadıkları köşkte dışarıdaki kaostan, çılgın kalabalıktan uzakta bir hayat sürüyordu. Kitabın ismi bana aynı zamanda Yüksek Sadakat grubunun çok sevdiğim şarkısını da hatırlatıyor, “belki üstümüzden bir kuş geçer, çılgın kalabalık artık uzaklarda…”

Kitap Thomas Hardy’nin diğer birkaç kitabı gibi hayali Wessex kasabasında geçer. Genç ve güzel Batsheba amcasın ölünce kendisine miras kalan çiftlği yönetmek üzere gelmişti Wessex’e, çoban Gabriel’de iş aramak üzere.Gabriel görür görmez aşık olur Batseba’ya. Genç kadının gelişi herkesin ilgisini çeker. Komşu çiftlğin sahibiorta yaşlı ama yakışıklı Boldwood ise bir yanlış anlaşma sonucu aşık olur Batsheba’ya. Son olarak uçarı bir asker olan Troy aşıklar kervanına katılır. Kitabın büyük bölümü bu aşıkların rekabetini anlatır. Gabriel çiftliğin çobanı ve aslında gizli kahyasıdır. Batsheba’ya karşılıksız bir aşk besler, kızın mutluluğu her şeyin üstünde tutar ve ona her koşulda yardım eder, hatta tavsiyelerde bulunur, onunla olma umudu kalmadığında bile mutluluğu için çalışır. Boldwood ise genç kadına çılgınca aşıktır ve her fırsatta ondan evlilik sözü almaya çalışır. Troy ortaya çıkana kadar bu böyle sürer. Ancak yakışıklı ama bir o kadar da güvenilmez. Troy Batseba’nın aklını başından alır ve onu evliliğe ikna eder, gizlice evlenirler. Kimsenin bilmediği şey ise Troy’un Fanny isimli bir hizmetçi kızla evlilik planları yapmış olduğu ve son anda ufak bir tesadüf sonucu –Fanny’nin evlenecekleri kilisenin adını yanlış anlayıp Troy’u başka bir yerde beklemesi sonucu- evlenemedikleri, kızın daha sonra bilmediği bir yerde tek başına kalıp yoksullar evine düştüğüdür. Troy evlendikten sonra da unutamaz Fanny’i. Buna karşılık Batsheba’ya olan sevgisi çabuk tükenir. Fanny’i yüz üstü bırakmanın acısını, suçluluğunu ondan çıkarır. Bir gün Fanny’nin ölüm haberi gelir, üstelik karnındaki çocuğuyla. Troy evden kaçar, kısa süre sonra da onun ölüm haberi gelir. Batsehba yıkılmıştır, Boldwood ise sevinir, bir kere daha genç kadınla evlenme fırsatı yakalamıştır, sürekli baskıya devam eder, tekrar evlilik sözü alabilmek için her şeyi yapar, onun davranışları Gabriel’in aksine bencilcedir, çoban gibi karşılık beklemeden değildir sevgisi. Bu günlerde kadının tek dayanağı Gabriel olmuştur. Troy ise ölmemiştir, kayboluşundan yaklaşık bir bçuk sene sonra çıkar ortaya, hem de karısı Boldwood’un noel yemeğindeyken, o gece Boldwood’un Troy’u vurup öldürmesiyle son bulur. Boldwood hapis cezası alır. Kitabın sonunda Batsheba Gabriel ile evlenir.

Genel olarak güzeldi bence ama daha çok tiyatro gibiydi. Çiftlik işçilerinin diyalogları veya onları anlatan kısımlar kitaba eğlence unsuru katmıştı ama kitap içinde bence gereğinden fazla yer tutarak sayfa sayısını arttırmıştı. Gerçi olayların gelişiminde yerleri vardı ama doğrusu kitabın konusun daha farklı bir tarzda mesela daha dramatik işlenseydi daha çok hoşuma giderdi diye düşünüyorum. Biraz didaktik tarafı ağır basıyordu bana kalırsa. En beğendiğim kısımlardan biri –kitabın en dramatik bölümlerinden biri- Batsheba’nın Fanny’nin öldüğünde hamile olup olmadığını anlamak için tabutunu açması, sonra tam o sırada Troy’un gelmesi , Batseba’nın o anki duygularını anlatmasıydı.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Inception: Başlangıç


Sonunda Başlangıç filmini ben de seyrettim, gerçekten çok güzeldi. İnsan zihnini konu alan veya az da olsa buna değinen filmleri seviyorum. Bu filmde de bilinçaltı ve rüyalardan bahsedilmişti. Açıkçası film biraz karışıktı, tamamen açıklanmamış kısımlar vardı ama bence tamamen anlaşılması da gerekmiyor, ben filmi izlediğim sırada hissettiklerim ve filmin bana verdiği ilhamla ilgileniyorum. Zaten eminim kısa süre sonra bu filmin de romanı çıkar. Bu arada film bence çok romantikti, Cobb'un karısı Mal'ın takıntısı ve sürekli rüya aleminde kalmak istemesi... Yalnız filmde çok fazla aksiyon vardı bence, daha az olsa daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum, yani rüya mistisizmi daha çok öne çıkarılsaydı, rüyaların o sisli puslu atmosferi daha çok vurgulansaydı. Bu sisli puslu atmosfer Cobb'un karısı Mal ile birlikte inşa ettikleri o en alt katmandaki kısımda vardı. 148 dakika olan film o kadar sürükleyici ve heyecanlıydı ki bana çok kısa geldi. Herkese tavsiye ederim bu filmi. Imdb'de 9.1 puanla 4. sırada.

24 Ağustos 2010 Salı

Venedikte Ölüm


Thomas Mann'ın en bilinen eserlerinden biri olan Venedik'te Ölüm isimli uzun hikayesini okumaya başladım. Aschenbach 40 yaşına yaklaşmış bir yazardır, son zamanlarda yaşadığı tıkanıklık nedeniyle bir tatile ihtiyaç duyar, bunun için önce bir adaya gider ancak istediği şeyi bulamaz, daha sonra ise Venedik'e gider. Ancak bir sanatçı duyarlılığına sahip olduğu için gördüğü her şey başka insanların aksine onu çok etkiler. Örneğin Venedik'e giden gemide kendisine genç görüntüsü vermiş, müşterileri eğlendirmekle görevli yaşlı bir çığırtkan onu çok etkiler, adeta allak bullak eder. Sonra bana göre gayet komik olan gondolcu ile olan diyalog gelir, Aschenbach Venedik limanından San Marco meydanına gitmek üzere gondola biner, ancak gondolcu onun söylediklerine önce cevap vermez, kendi kendine mırıldanır sonra ters cevaplar verir, sonra şu komik diyalog geçer;
gondolcu "Lido'ya gitmek istiyorsunuz,"
Aschenbach "Ama sizinle değil,"
gondolcu "ben güzelce götürüyorum,"
Bunun üzerine Aschenbach söylenenin doğruluğunu görüp (!) yatışır.
Kıyıya çıkınca gondolcuya vermek üzere para bozdurup gelince gondolcunun kaçmış olduğunu görür, meğersem kaçak gondolcuymuş. Bu küçük olay bile onu çok etkiler ve şu sözlerle hassasiyteini dile getirir;

"Girgin, konuşkan bir adamınkine oranla, içine kapanık-suskun birinin gözlem ve izlenimleri daha bulanık olmakla beraber daha derinlere işler; onun düşünceleri daha ağır, daha gariptir ve daima bir hüzün gölgesi taşır. Bir bakış, bir gülüş, bir fikir değiş tokuşuyla kolayca geçiştirilecek imajlar, algılar onu aşırı derecede meşgul eder; sükutunda derinleşir, önem kazanır; bir olay, bir serüven, bir heyecan olurlar. Yalnızlık orijinaliteyi, o cesurca ve yadırgatıcı güzelliği, şiiri yaratır. Yalnızlık aynı zamanda, ters, orantısız ve saçma olanı, caiz olmayanı da yaratır. Nitekim yolculuğa ait tipler, tutturduğu sevgili teranesiyle o iğrenç ihtiyar züppe; çalışması durdurulan, alacağı paradan olmuş gondolcu; Aschenbach'ın ruhunu hala rahatsız ediyordu. Mantığına güçlükler çıkarmamakla, muhakemesine yeni işler yüklememekle beraber, ona öyle geliyordu ki, çok acayip şeylerdi bunlar; rahatsız edici yanları da bu çelişmeden doğuyordu herhalde..."

Burada anlatılanlar bence Aschenbach'ın bir yazar olmasından kaynaklanıyor, kendisi bu özellikleri taşıdığı için bir yazar olabilmiş bence. Orhan Pamuk'un Hintli meslektaşı ve sevgilisi Kiran Desai de "Yazarlar genelde çok melankolik olurlar," demiş. Yukarıdaki paragrafta da var melankoli.

Romana geri dönecek olursak, Aschenbach oteline geldikten sonra Polonyalı bir aile, özellikle de onların 14 yaşındaki kusursuz görünüme sahip oğulları dikkatini çekiyor. Sürekli gözleri etrafında bu çocuğu arar oluyor, bu çocuğun adının Tadeusz olduğunu öğreniyoruz. Bir ara çocuk sahilde arkadaşlarıyla oynuyor, yanında yine kendi yaşıtı başka bir erkek çocuk var, yakın arkadaş oldukları anlaşılıyor, diğer çocuk bir ara esas çocuğu yanağından öpünce Aschenbach "Sana tavsiyem şudur, bir yıllığına gezilere çık, iyileşmen için en az bu kadar zamana ihtiyacın var çünkü," diye düşünmesinden, biz Aschenbach'ın bu bunalımının sebebinin karşılıksız bir aşk olduğunu anlıyoruz. Aslında önceleri bu duygusuna net bir isim veremiyor, hatta "baba sevgisi gibi" diyor ama daha sonra bu bir tutkuya, saplantıya dönüşüyor. Gündüzleri Venedik'te ailesiyle birlikte dolaşan çocuğu takip ediyor, otele dönünce kimse tarafından görülmekten korkmadan içeride olduğunu bildiği oda kapısına başını dayayıp öylece duruyor. Bir taraftan düşüncelerinin imkansız olduğunu düşünse de diğer taraftan da olabileceğine ihtimal veriyor. Hatta kendisine eskisinden daha çok bakmaya, sık sık berbere gidip bakım yaptırmaya başlıyor.

İlginç bir nokta da Aschenbach'ın güzelliğe tutkusu, kendisi kısa boylu ve yaşlı olduğu için üzülüyor, bir ara Tadeusz'un dişlerinden ve solgun teninden onun çok sağlıklı olmadığını çıkarıp ömrü fazla uzun olmayacağı için seviniyor, buradan da onu ne kadar sevse de güzelliğinden ötürü kıskanmakta olduğunu görüyoruz. Bu düşünceye kitapta iki kere yer verilmiş.

Daha sonra Aschenbach berberde bir "afet" lafı duyuyor, bir de şehrin sık sık ilaçlanması adamın kafasını karıştırıyor, sağda solda araştırsa da bir cevap alamıyor çünkü hükümet turstlerin şehri terk ederek maddi kayba yol açmasını önlemek için gerçeği gizliyor. Bunun üzerine seyahat acentasındaki bir İngilizi sıkıştırararak kentte Hint Kolerası salgını olduğunu öğreniyor. Bunun üzerine gitmesi gerektiğini düşünse de Tadeusz'dan ayrılmayı göze alamadığı için kalıyor. Ancak kendisini eskisi kadar iyi hissetmediğini de fark ediyor. Ertesi günse Tadeusz ve ailesinin otelden ayrılmak üzere olduklarını öğreniyor. Çocuk otelden ayrılmadan önce arkadşıyla sahilde oynarken o yine hayallere dalıp onu izliyor ve oturduğu yerde fenalaşarak odasına çıkarılıyor ardından çabucak hayata veda ediyor...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

"Kuzenim Rachel"i bitirmiş bulunuyorum. Bundan sonraki satırlarda kitabın sürpriz sonunu yazacağım, eğer kitabı okumaya niyetliyseniz yazının devamını okumayın! Philip kör kütük aşık olmuştur ve gözü Rachel'den başkasını görmez, doğum gününden bir gece önce artık iyice delirmiştir ve aile yadigarı bütün mücevherleri kadının önüne yığar ve evlenme teklifi imasında bulunur, aralarında bir yanlış anlaşılma olur ve Philip teklifinin kabul edildiğini zanneder. Daha sonra bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu anlayan delikanlı yıkılır ve haftalarca hasta yatar, bu durumda Floransa2ya dönmeye niyetli Rachel de o iyileşinceye kalmaya karar verir. Bu umutsuz günlerde Philip amcası Ambroise'in kendisine yazıp yollamamış olduğu bir mektubu bulur, burada amcası Rachel'in yetiştirdiği bir takım bitkilerle kendisini zehirlediğinden kuşkulandığını söylemektedir. Philip kendisini de zehirlediğinden şüphelenmeye başlar. Artık Rachel'e duyduğu duygular nefrete dönüşmüştür. Bu arada bahçe düzenlemesi devam etmektedir, bir gün işçilerden biri onu bahçede yeni inşa edilmekte olan köprüyü kullanmaması için uyarır, köprü sağlam gibi gözükmekte ancak kuvvet taşıyamaz durumdadır. O gün Philip, manevi babasının kızı ve en yakın arkadaşı Loise'i eve davet eder, Rcahel da onlara katılır ve üçü sohbet eder, daha sonra Rachel bahçede yürüyüş yapacağını söyleyerek çıkar, o yokken Philip Loise'e korkularından bahseder ve bir delil bulmak için Rachel'in odasını karıştırırlar ancak hiç bir şey bulamazlar, Rachel'in sakladığı hiç bir şey yoktur. Philip birden vicdan azabı duyar ve bahçeye koşar, bahçede korktuğu manzarayla karşılaşır...
Bugün kütüphaneden Thomas Mann'dan "Venedikte Ölüm"ü ve Philip K. Dick'den "Yüksek Şatodaki Adam"ı aldım..

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Kuzenim Rachel


Köklü bir İngiliz ailesinden gelen - beni en çok etkilemiş yazarların bu ülkeden çıkmış olduğu tezi yine doğrulanıyor- 1907 doğumlu Daphne du Maurier'in en başarılı romanlarından biri de "Kuzenim Rachel". Daha önce Rebeka isimli romanını da almış ama henüz okumaya fırsat bulamamıştım. Kuzenim Rahcel'i pazartesi günü kütüphaneden aldım, şu an ortalarındayım ve oldukça sürükleyici bir roman. Ambroise küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş olan kendisinden 20 yaş küçük amca oğlunun vasisi olur ve ona kendi oğlu gibi davranır. Büyük bir çiftlikte uşaklarıyla birlikte gayet mutlu bir hayatları vardır ve bir kaç yakın dost dışında yalnız sayılırlar. Ambroise'in eskiden beri ep romatizmadan şikayeti vardır, doktorlar kışı sıcak iklimli bir ülkede geçirmesini tavsiyeederler, o da tek başına İtalya'ya gider ve orada çok uaktan akrabsı olan Rachel ile anışır, ondan Kuen Racheldiye bahseden mektuplar yazar. 43 yaşına adar kadınlardan hep uzak duran ve onlardan hiç hoşlanmayan Ambroise tanıştıktan 6 ay sonra bu kadınla evlenmeye karar verir. Sık sık philipe mektup yazarak gelişmeleri de bildirir. Bir süre sonra mutsuz olduğunu yazma başlar ve daa sonra hastalandığından bahseder. Philip endişelenmekte ve için için Rachel'den nefret etmektedir. Ambroise son mektubunda "Philip hemen gel beni Rachel denen bu zebaninin elinden kurtar," yazmıştır. Bunun üzerine hemen Floransa'ya giden Philip Ambroise'în öldüğünü öğrenir, denilene göre babası gibi o da beyin tümöründenhayatını kaybetmiştir, o mektupların sebebi de tümördür. Philip evine gei döner, bir süre sonra da Rachel'de haber gelir, bunun üzerine Philip onu evine davet eder, bu davetin tek sebebi kadını aşağılayıp üzmektir. Ancak kadınla tanışan Philip çok şaşırır çünkü o hiç de hayal ettiği gibi değildir, minyon ve çok güzeldir. Ona düşmanlık beslemesi mümkün değildir. Hatta Ambroise'in ona hiç miras bırakmamış olmasında dolayı kızıp kendine bıakılandan ona aylık maaş bağlatır. Kendisi fark etmese de, umulduğu gibi vaftiz babasının kızı Loise'e değil de yavaş yavaş Yenge diye hitap ettiği Rachel'e aşık olmakta ve onun çiftlikten ayrılışını geciktirmeye çalışmaktadır. Bakalım bu aşk gün yüzüne çıkacak mı ve Ambroise'in ölümü aydnlanacak mı?

15 Ağustos 2010 Pazar



Önce Ayşe Kulin'in Sevdalinka'sını okumayı denedim, hemen hemen yarısına yaklaşmıştım ama sonra Sırp vahşetini anlatan bu kitabı okumanın beni üzdüğünü ve kötü hissettirdiğini fark ettiğim için devam etmemeye karar verdim, Ayşe Kulin her zamanki gibi çok güzel yazmıştı ama bitirmemek benim için daha iyi olacaktı... Sonra Hemingway'in en iyi kiatplarından biri olan "Güneş De Doğar"a başladım ama onun da 100. sayfasına yaklaşmışken (216 sayfaydı tamamı sanırım) oldukça zor okumakta olduğumdan onu da bırakmaya karar verdim... Beğendiğim bir kitabı oldukça hızlı okuyabiliyorum ama beni çekmeyen kitaplar çok yavaş gidiyor. Yarın bir aksilik olmazsa kütüphaneye gidip yeni bir şeyler bakacağım, zaten oradan yararlanabileceğim süre de hızla azalıyor.

6 Ağustos 2010 Cuma

"The Big Story"- Morris West

Morris West'in "The Big Story" isimli kitabını bitirmek üzereyim. Yakın dostumuz Sevim Hanım'ın tavsiyesi ile okuduğum bu kitap gerçekten çok sürükleyiciydi. Richard Ashley isimli 40 yaşındaki bir gazeteci İtalya'da kendisini zirveye taşıyacak bir hikaye yakalamıştır. Kendisinin eski sevgilisiyle evli olan ve şu sıralar seçimlere aday olmaya hazırlanan yaşlı Orgagna dükünün yaptığı yolsuzlukları ve haksızlıkları anlatan bir hikayedir bu. Son adım hikayesini destekleyen fotoğrafları aracıdan satın almaktır. Ancak son anda bu satıcı (Grafano) fiyatı yükseltir, bundan dolayı da buluştukları otelin kafesinde tartışırlar, fotoğrafları alması mümkün olmaz. Bunun hemen ardından Richard'ın eski sevgilisi Cosima gelir ve birlikte arabayla kırlara giderler. Orada geçmişten ve bugünden bahsederler, birbirlerine olan sevgileri hala devam etmektedir ama artık birlikte olmaları mümkün değildir. Richard ona neden geldiğini açıklar, Cosima Richard'ın durumunu anlar ve eşinin resimlerinin gazetede basılmasını umursamadığını söyler. Daha sonra dönüşte arabayla giderlerken -arabayı Richard kullanmaktadır- bir kaza yaparlar, Grafano'yu ezmişlerdir. Ancak Richard adamın öldürüldükten sonra arabalarının önüne atıldığını düşünmektedir, üstelik Orgagna'nın fotoğrafları da Grafano'nun çantasının içinden çıkmaz. Richard Cosima'yı otele bıraktıktan sonra polise ifade vermeye gider, polis müfettişi olayın üstünde çok durmaz ancak kendisinden otelde kalmasını ve habersiz bir yere ayrılmamasını rica eder. O akşam Orgagna dükü onu teşekkür etmek ve aslında resimleri basmaması konusunda pazarlık etmek üzere evine yemeğe çağırır. O akşam yemekte Cosima ve dük dışında, dükün sekreteri ve metresi Elena, onu evlendirmek istedikleri ressam Tullio ve bir ingiliz olan Harlequin de vardır. Pazarlık kısmında Richard resimlerin elinde olmadığını düke belli etmez ve kozlar elindeymiş gibi davranır.Ancak dük de Graffano'yu öldürtüp Richard'ı katil durumuna düşürmüştür. Bu kozunu,müfettişe Richard'ı bir süre kendi villasında misafir etmek istediğini söyleyerek güçlendirir. Müfettiş kabul eder. O akşam Richard çok değişik şeyler öğrenir, Graffano Elena'nın kardeşidir ve Elena kendisini terk etmiş olan düke çok kızgındır, Richard bir yandaş bulmuştur şimdi. Ayrıca Harlequin de tarafsız olduğundan Richard'a yardım edebileceği sinyallerini verir. Villaya gidildikten sonra Richard Elena'nın dükün kahyasının oğlu olduğunu öğrenir, kahya düke ölümüne bağlı bir hizmetkardır. Ancak burada Richard ve Elena işbirliği konusunda daha da yakınlaşırlar. Elena Richard'ın daha önce Graffano'dan satın alamadığı resimleri ona verir. Richard'ın kendine güveni tamdır artık. Cosima ile olan ilişkisi ise son derece kararsızdır, bir süre ondan şüphe eder sonra ona haksızlık ettiğini düşünüp beraber gitme hayalleri kurar ama sonra yine şüphe eder. Bu arada dük çok daha açık sözlü bir pazarlığa oturur Richard'la, ama o boyun eğmez. Bir gün dük son çareye başvurur ve fotoğrafları almak için onu zehirler, panzehiri ise eğer fotoğrafları verir ve hikayeden vazgeçerse ona vereceğini söyler. Richard mecburen fotoğrafları verir ve panzehire kavuşur. Ama kont onu arkadan vurur ve Graffano cinayeti ile suçlar. Evet hikayenin burasındayım, Richard'ın bir şekilde bu dertten paçasını kurtaracağını düşünüyorum. 15 sayfam kaldı. Gerçekten çok süürkleyici bir hikayeydi, özellikle kahramanların psikolojisine yer verişi açısından da güzeldi. Morris west'in kitapları sanırım Türkçe'ye çevirilmemiş ama bazı kitapları sinemaya uyarlanmış, tavsiye ederim.

Not: Kitabı bitirdim, okumak isteyenler için sonuna yazmayacağım ama çok sürpriz bir şekilde bittiğini söyleyebilirim.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Mutluluk Projesi; Eğlence


Mutluluk Projesi’nde mayıs ayı eğlence ve boş vakitlere konusuna ayrılmış, belki de kitaptaki en uzun bölüm bu. “Kendinizi kötü hissetmemek iyi hissetmek için yeterli değildir; iyi hissetmek için nedenler bulmalısınız,” deniyor kitapta. Eğlenen insanların kendini mutlu hissetmesi diğerlerine göre 20 kat daha kolaymış. Bu arada Gretchen sayfasını ziyaret eden kişilere de onlara nelerin eğlenceli geldiğini sorup değişik cevaplar almış. Önemli bir diğer nokta da diğer insanlara eğlenceli gelen şeylerin bize de eğlenceli gelmesi gerekmediği. Bu bölümde Gretchen kendisini mutlu eden şeyleri bulmaya çalışıyor. Gerçekten de zor olan kısım bunun üzerinde düşünmek ve kendimizi kutlu eden şeyleri bulmaya çalışmak. Mesela Gretchen çocuk kitapları okumayı seviyormuş. Kendisi gibi iki kişiyle tanışmış ve bir kitap kulübü başlatmışlar, iki haftada bir akşam yemekleri için bir araya geliyorlarmış ve en hoş kısmı da, yemek menülerinde mutlaka o hafta okudukları kitapta geçen bir yiyecek oluyormuş. Gretchen’in arkadaşlarından birinin fikri de “10 yaşında sizi ne mutlu ediyorsa büyük olaslıklı şimdi de mutlu eder,”. Açıkçası 10 yaşında yapmaktan mutlu olduğum bir şey gelmiyor aklıma! Carl Jung 38 yaşındayken 11 yaşında yakaladığı coşkuyu yakalamak için oyuncak tahta küplerle yeniden oynamaya başlamış. Bu tabi ki yapılmaya ara verilmiş bir faaliyet olmalı, mesela resim yapmak bana bu şekilde farklı hissettirmeyecektir diye düşünüyorum, çünkü buna ara vermedim. Ya da oyuncak yemek takımlarıyla oynamak, şimdi de büyük boy olanlarıyla oynuyorum Gretchen’in bir diğer fikri scarpbook tarzı boş kitap projeleri. O kendisine ilginç gelen şeyleri yapıştırıyormuş defterine. Ben de küçükken dergilerde beğendiğim resimleri kesip bir dosyada saklardım. Şimdi de internette görüp beğendiğim resimleri bilgisayarımda saklıyorum. Bir de geçenler de yaptığım scrapbook projem var. Başka bir güzel fikir de yeni bir projeye başlarken bir kutuyu o projeye ilham verecek nesnelerle doldurmak, bu ilhamı bana özellikle yazı yazarken bazı şarkılar veriyor. “Bilgiyi fiziksel halde saklamak fikirleri canlı tutmaya yardımcı olduğu gibi beklenmedik varyasyonlar da yaratabilir.” Bu çok ilginç bir fikir bence!

Gretchen, “Gretchen olmak beni bir şekilde hüzünlendiriyor. Asla gece yarısı caz kulübüne gitmeyeceğim, asla bir haftasonu için Paris’e uçmayacağım veya bir sanatçının stüdyosunda sabahlamayacağım, “diyor. Burada Gretchen bazı seçimlerinin bazılarını kaçırmasına yol açtığını söylüyor. “Dünya o kadar çok şey sunuyor ki! Ve sınırlarım bunların çoğunun kıymetini anlamamı engelliyor.” Çoğu kişinin sahip olduğu bu düşünceyi ben de paylaşıyorum. Isaih Berlin “seçim yapmaya mahkumuz ve her seçim beraberinde giderilmesi olanaksız bir kaybı da beraberinde getirebilir”, demiş, Borges’in yaklaşımı ise her seçimin bir alternatif gelecekler patlaması ürettiği yönünde. Bu düşünceyi işleyen Lost gibi pek çok dizi ve film var artık. Olmak istediğimiz ve olmamız gerektiğini düşündüğümüz alternatifler arasında sıkışmamalıyız.

Araştırmalar farkında olmadan başka insanların iyi ya da kötü duygularını kaptığımızı gösteriyormuş, buna “duygusal bulaşma” deniyormuş. Bu da çok doğru.
Gretchen bir de ilgi günlüğü tutuyormuş, ilgisini çekmiş ama onlara vakit ayıramadığı konuları not alıyormuş. Bu “alışılmışın dışına çıkma” başlığı altındaki diğer bir şeyler her hafta daha önce hiç okumadığı 3 dergiyi alıp okumak ve bir koleksiyon başlatmak.

Eğlence ile ilgili diğer bir nokta, eğlencenin 3 sınıfa ayrılması; insanı zorlayan eğlence, destekleyen eğlence ve rahatlatıcı eğlence. İnsanı en çok tatmin eden zorlayan eğlence, yorucu olsa da sonuçta ortaya bir şey çıkıyor. Destekleyici eğlence genelde arkadaşlarla geçirilen zaman ve rahatlatıcı eğlence ise TV seyretmek gibi pasif eğlenceler.

Bölüm sonunda Gretchen mutluluk projesini başlatma amaçlarından birinin de kendisini zorluklara karşı hazırlamak, gerçekleştiği zaman kötü bir olayla baş edebilmek için gerekli disiplini ve alışkanlıkları geliştirmek olarak açıklamış. “Mutluluğu bankaya koyabileceğinizi düşünüyorum, yani işler yolunda giderken kendiniz ve sizi mutlu yapan şeyler hakkında bilgi edinin. Fırtına çıkıp dalgalar kabarınca elinizde en azından mutlu günlerinize ait anılarınız olur.”

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Veda'nın Sonu

Veda’yı bitirdim, beni çok etkiledi gerçekten. Kurtuluş mücadelesi, Kemal ile Mehpare’nin aşkı, Kemal’in hayatını kaybetmesi, Azra’nın sonradan bulup kaybetmeye mecbur olduğu aşkı, kazanılan zafer, Vahdettin’in ülkeyi terk edişi ve son olarak Ahmet Reşat Bey’in kurtuluş mücadelesi için elinden geleni yapmış olduğu halde kabine üyesi olduğu için hain kabul edilerek adı idam listesinden olduğu için ülkesini, tüm sevdiklerini, her şeyini terk etmeye mecbur kalması beni en çok etkileyen kısımlardı. Kitap hem verdiği yansız tarihi bilgiler – ki bende o dönemin tarihini okuma isteği uyandırdı- hem de gelişen olaylar karşısında bütün konak halkının ayrı ayrı duygu ve düşüncelerini verebilmesi açısından benim çok hoşuma gitti. Yalnız ben mi yanlış hatırlıyorum yoksa daha sonraki bir zamana mı ait bilmiyorum ama, sanki Umut romanının başında Ahmet Reşat Bey’i şehirden ayrılırken gemiye bindirmek üzere bütün aile gidiyordu limana diye aklımda kalmış. Ayşe Kulin’in romanları oldukça duygu dolu oluyor.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Veda


Bayan Dalloway'i bitirdim, daha önce kitapla ilgili yazdıklarıma ekleyebileceğim yeni bir şey yok açıkçası, dediğim gibi teknik açıdan çok ilginç ve okunması gereken bir roman olduğunu düşünüyorum. Son olarak kütüphaneden Ayşe Kulin'in Veda ve Sevdalinka kitaplarını almıştım. Dün biraz vaktim olduğu için Veda'ya başladım ve neredeyse yarısına geldim. Oldukça sürükleyici. Yine bir aile hikayesi. Yazarın, daha önce okuduğum Umut isimli kitabı gibi yine Kulin ailesinin yaşadıklarını anlatan bir kitap. İstanbul'un İngilizler tarafından işgal edildiği zamanlardan bahsediliyor. Dahiliye nazırı Ahmet Reşat Bey, teyzesi Saraylı Hanım, eşi Behice, kızları Leman ve Suat, yeğeni Kemal ve Saraylıhanım'ın uzaktan akrabası Mehpare Beyazıt'taki konakta birlikte yaşıyorlar. Kitabın benim kaldığım yerinde Behice Hanım hamile olduğunu öğrendi. Herhalde Behice Hanım, Umut isimli kitapta ermeni bir gençle aşk yaşayacak olan Sabahat isimli kızlarına hamile. Daha önceden Umut'u okumuş olduğum için yetişkinlik hallerini bildiğim Leman ve Suat'ın karakterlerinin çocukluklarında da ne kadar farklı olduğunu görmek ilginç oluyor. Veya zavallı Mehpare'nin o nahoş geleceğe doğru nasıl ilerlediğini görmek... Resimde 1920'li yıllara ait Beyazıt Meydanı resmi görülmektedir. Bu arada çok değerli dostumuz Sevim Hanım'ın bana göndermiş olduğu Morris West ve Catherine Cookson'a ait 2 güzel kitabı da zevkle okuma listeme ekledim.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Mutluluk Projesine Devam...

Mutluluk Projesi kitabından bir bölüm daha okudum; kitaptaki Mart ayı bölümü “iş”e ayrılmış, ama bu bölüm benim mutluluğu algılayışımla ilgili şimdiye kadar en yararlı bulduğum bölüm oldu, hatta ilk defa olarak bazı yerlerin altını bile çizdim. Gretchen (yazar o kadar içten ve doğal yazmış ki ondan ismiyle bahsetmek hiç tuhaf gelmiyor), hukuk alanında başarılı ve hatta alanında yazdığı bir makaleyle ödül almış biriyken yazar olmaya karar veriyor, çünkü onun yaparken en mutlu ve rahat olduğu iş yazmakmış. Tabi bu kararı vermek kolay olmamış. “Ne olmayı düşlediğim hakkında bir fikrim var ve bu da gerçekte kim olduğum hakkındaki düşüncemi gölgeliyor,” diye yazmış. Bu benim için de geçerli bir düşünce sanırım.

Devamında “yazar olmak” (veya olmamak) konusunda ablasıyla konuşurlarken Gretchen ;”kendimi fazlasıyla hissetmek beni kaygılandırıyor,” diyor, yani kendisini her zaman en mantıklı, en doğru şeyi yapmaya zorunlu hissettiğinden bahsediyor, ablası ise ;” bu ‘mantıklı olma isteği’ sende hep vardı ve sonsuza kadar da olacak, hukuk fakültesine girmenin nedeni büyük ihtimalle buydu. Ama bunun bir sonraki işine de karar vermesine izin vermeli misin?,” diye cevap veriyor. Gretchen sonraki birkaç günde yazar olma kararını değerlendiriyor, tabi en zor kısım bu. “Kimse bildik ve alışılmış olanı benden fazla sevemez,” demiş, benim gibi:) Ama kendisini vermiş olduğu bu kararı gerçekleştirmek için zorluyor ve “pazartesi sabahları da kendisini Cuma öğleden sonraları kadar hevesli bulmasından ötürü ne kadar şanslı olduğunu kendisine hatırlatmayı unutmuyor”.

Kitaba göre mutluluğun anahtarları zorluklar ve yenilikler. “Beynimiz sürprizlerle uyarılır ve beklenmedik bir durumla başa çıkabilmiş olmak kişiye güçlü bir tatmin duygusu verir.” Sürekli olarak yaşamlarımızı kontrol altına almaya çalışırız ama bilinmeyen ve beklenmeyen de önemli birer mutluluk kaynağıdır deniyor. Bu yüzden sürprizler ve sürpriz hediyeleri çok seviyorum:) Yeni durumlar daha güçlü duygusal tepkiler doğruyormuş.

Araştırmalar sonucunda ortaya çıkan önemli bir bilgi de “kişiliğimizi oluşturan ne kadar çok öge varsa o kadar iyi” olduğu. “Çünkü bunlardan herhangi biri tehdit altında kalırsa, diğerleri alacağınız zararı telafi etmek için devreye girer.”
Başka ilginç bir nokta mutluk konusundaki 3 büyük yanılgı; bunlardan en büyüğü “ulaşma yanılgısı”ymış, bir amaca ulaştığımızda mutlu olacağımız yanılgısı, halbuki en büyük mutluluk anları amaca ulaşmadan önceki anlarmış. Aslında bana göre bu ikisi arasında pek de fark yok, iki durumda da mutluluk amaca bağlı. Ki belki bu düşünce de diğer bir mutluluk yanılgısı olan “boşultaki dünya yanılgısı”na işaret ediyor:) Bunun tanımı “gelecekteki bir amaçtan bağımsız anlık zevkin mutluluk getirebileceği inancı”. Üçüncü yanılgı ise “daha fazla mutlu olmanın mümkün olmadığı inancı” olan “nihilizm yanılgısı”ymış.

Nietzche “ulaşma yanılgısı” konusundaki düşüncesini şöyle ifade etmiş; “Bir şarkının sonu amacı değildir, ama yine de sonuna ulaşmamış olsa amacına da ulaşmamış olacaktı. Bir alegori”. Gerçekten hoş bir ifade bence, şarkı sonsuza kadar devam etse biz onun farkına bile varmayacaktık, onda bir güzellik bulamayacaktık belki. Şarkının bitmesi ise bize herhangi bir ekstra mutluluk vermese de sonlu olması onun farkında olmamızı sağlıyor.

Mart ayı şimdilik kitapta beni en çok etkilemiş olan bölüm. Sonraki ay Nisan ayı ebeveynliğe ayrılmış.

A Walk To Remember


Biraz önce “A Walk to Remember” isimli filmi seyrettim. Baş rollerde Mandy Moore, Shane West ve Daryl Hannah oynuyordu. Eski Türk filmleri tadında bir filmdi, biraz da Notebook ve P.S. I love you tarzındaydı. Bu da romandan uyarlanmış bir filmdi zaten. Filmin başları klasik asi çocuk, hanım hanımcık kız aşkı diyebiliriz. Landon (asi çocuk) kendisi gibi asi arkadaşlarıyla birlikte yaptığı kötü bir hareket sonucu okulda çeşitli faaliyetlere katılmakla cezalandırılır, bu sırada eskiden beri sınıf arkadaşı olan ama hep aynı kıyafetleri giymesi, kasabanın rahibinin kızı olmasından dolayı dine bağlı yaşam tarzıyla alay edilen bir kız olan Jamie ile yakınlaşır. O çok farklı bir kızdır, çok yardım sever, iyi ve başkalarının kendisiyle ilgili düşüncelerine aldırmayan kendiyle barışık ve inançlıdır. Bir tiyatro oyununda ikisinin baş rollerde olması nedeniyle Landon Jamie’den yardım ister, kız “bir şartla, bana aşık olmayacaksın,” der, çocuk bir anlam veremez ama kabul eder. Sonuçta ne olduğunu anlamadan çıkmaya başlarlar, rahip buna karşı çıksa da kabullenir. Kısa sürede Jamie ve Landon birbirlerine çok bağlanırlar. Jamie’nin gerçekleştirmek istediği bazı şeyler, hayalleri vardır. Landon kızın listesindeki şeyleri gerçekleştirmek için elinden geleni yapar, kız bir numaralı hayalini uzun süre söylemez ona, ancak ilk defa onu sevdiğini söyledikten sonra, bir numaralı hayalinin ölen annesi ile babasının evlendiği kilisede evlenmek olduğunu açıklar. Landon’da Jamie’nin kişiliğinden de oldukça etkilenir ve o da kendisiyle ilgili düşünmeye başlar, artık o asi işe yaramaz çocuk değildir. Tıp fakültesine gitmeyi amaçlamaktadır artık. Bir süre sonra bu bağlılığın iyice arttığını göre rahip kızına sert çıkar ve “artık ona gerçeği söylemelisin,” der. Birkaç gün sonra üniversite için nerelere başvuracaklarını konuşurken Jamie başvuru yapmayacağını, üniversiteye gitmeyeceğini açıklar, Landon buna çok şaşırırı çünkü Jamie çok başarılı bir öğrencidir, sonunda beklenen itiraf gelir, Jamie kan kanseri olduğunu, bunun ileri boyutta olduğunu ve artık tedaviye cevap vermediğini söyler. Landon yıkılmıştır, bir süre sonra Jamie hastalanır, Landon onun başından ayrılmaz, onun yıldızlara bakmaktan hoşlandığını bildiği için, kocaman bir teleskop yapar. Bu hastalık günlerinden birinde Landon kıza evlenme teklif eder, Jamie’nin bir numaralı hayali gerçekleşir, annesi ve babasının evlendiği kilisede Landon ile evlenir. Filmin ismi de anladığım kadarıyla kilisede babasının kolunda kürsüye kadar yürümelerinden geliyor. Jamie, Landon sayesinde çok mutlu birkaç ay geçirir ve ölür. Landon daha sonra tıp fakültesine girer, Jamie’nin babasıyla görüşmeye de devam eder. Landon Jamie sayesinde bambaşka bir insan olmuştur, hayatına güzel bir yön verebilmiştir onun sayesinden, Jamie de zor günlerini Landon sayesinde mutlu geçirebilmiş, onun sayesinden ölmeden önce hayalini gerçekleştirebilmiştir. “İşte hayat böyle bir şey,” diyen hoş bir filmdi.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bayan Dalloway


Bu kitabı aslında Saatler filminde tanıdım diyebilirim. Filmden daha önce de bahsetmiştim, aslında biraz iç karartıcı bulmuştum. Ama ordaki karakterlerden biri Virgina Woolfe'un bu kitabını okumuş ve kendisini romanın kahramanı olan Bayan Dalloway ile özdeşleştirmişti, ben bu kitabı böyle tanımıştım, sonra da merak edip okumaya karar verdim. Şu an kitabın yarısındayım. Bu kitabın özelliği bilinç akışı tekniği ile yazılmış ilk kitaplardan biri olması, ayrıca sahneler ile kişiler arasında geçişte bir kamera gibi değişik bir teknik kullanması sanırım. Kitap bize Bayan Dollaway ve bir şekilde onunla ilgili bir kaç kişinin 24 saatini anlatıyor. Ana karakterimizi Clarissa Dalloway mutsuz bir kadın diyebiliriz, Richard Dalloway ile evli ama aşkları bitmiş, Clarissa'nın cinsel tercihleri herhalde değişmiş. Diğer taraftan Peter Walsh her zaman ona aşıkmış, şimdi çok yakın iki arkadaş olsalar da içten içe sevgileri devam ediyor gibi. Aslında Peter Walsh da mutsuz ve tatminsiz, her güzel kadını beğenen, hayatta başarılı olamamaış, istediğini alamamış ve ne istediğini bilmeyen biri. Aslında Clarissa'yı sevdiğinden de emin değiliz, belki ona yaptığı evlenme teklifi kabul edilmemiş olduğu için bir tarafı hala orada takılı kalmış olabilir. Kendisi de sonradan evlenmiş ama Hindistan'da evli bir kadınla tanışıp aşık olduğu ve onunla evlenmek istediği için boşanmak istiyor. Bir de Septimus Warren Smith var, o da savaşa katılmış, orada yaşadığı bir travma sebebiyle o sırada bulunduğu İtalya'da kendisinden kaçmak için Lucrezia ile evleniyor. Birlikte İngiltere'ye dönüyorlar ama Septimus bir türlü iyileşemiyor. Kitap bence en azından teknik olarak okunması gereken bir kitap. Ayrıca karakterlerin düşünceleri çok samimi ve gerçekçi bir şekilde aktarılmış.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Kasabanın Şeytanları ve Bana Hayallerini Anlat

Dün,önce Bayan Dollaway’i okuma planımın aksine, kütüphaneden almış olduğum Mary Higgins Clark’ın “Kasabanın Şeytanları”nı okumaya başladım. İsmi ve kapağı bende Stephen King’in Ruhlar Dükkanı’na benzer bir şey olduğu izlenimi uyandırmıştı, ama Sidney Sheldon’un Bana Hayallerini Anlat romanının neredeyse aynısıydı. Küçükken kötü bir deneyim yaşayan kız daha sonra kişilik bölünmesi yaşar ve bir katile dönüşür.Yarısına kadar okudum ama gidişatta hiçbir değişiklik olmayınca bıraktım, vakit kaybı olacaktı çünkü. Sheldon 1998’de yazmış kitabını. Bugün de Mutluluk Projesi’nde şubat ayını okudum, bu ay evliliğe ayrılmış, yine güzel ve işe yarar öneriler var. Aslında hepimizin bildiği ama uygulamaya çok dikkat etmediği öneriler. Bu bölümde bize mutluluk veren şeyin gelişim olduğundan bahsediliyor, yani aslında amaçtan ziyade oraya varırkenki yol… Bölüm sonunda mutluluk için gözden geçirilmesi gereken 3 şey vurgulanıyor; iyi hissetme, kötü hissetme ve doğru hissetmek. Yani mutlu olmak için her zaman iyi hissetmek şart değildir; bazen kötü hissetsek de sonuçta doğru hissetmek bizi mutlu eder, bu da bence ilginç ve doğru bir tespit. Bu bölüm de ayrıca Julie ve Julia filminden bahsedilmiş, yazar “bazen bir yemek kitabındaki bütün yemek tariflerini yapmış olmak bizi mutlu edebilir,” demiş.

9 Temmuz 2010 Cuma


Yedi Yıldız Mücevheri'ni bitirdim. Daha önce dediğim gibi Drakula kadar beğenmedim ama yine de ikinci yarısından sonra ilgi çekici bir kitap haline geldi diyebilirim. Kitapta en beğendiğim kısım Mısır'la ilgili olmasıydı, bir takım gizemli olaylar, sonra Mısır'a ait gizemli mücevher ve eşyaların tasvirleri, mumyacılığa ait ilginç bilgiler, Mısır tanrılarıyla ilgili bilgileri büyük ilgiyle okudum. Özellikle kitaba ismini veren Yedi Yıldız Mücevheri oldukça ilginçti, bu mücevher büyükçe bir yakuttan skrabe şeklinde oyulmuş, içinde büyük ayı takım yıldızının 7 adet yıldızına karşılık gelen 7 küçük yıldızcık bulunan ve kitaba konu olan Kraliçe Tera'nın dirilişini sağlayacak çok özel bir taştı. Bunun yanı sıra kitabı anlatan şahıs olan Malcolm Ross ve kendisinden babasının rahatsızlığı nedeniyle yardım isteyen Margaret arasındaki aşk da kitabın farklı bir yönünü oluşturuyordu, tıpkı Dracula romanında Mina ve Jonathan arasındaki aşk gibi... Burada hem bilge hem de babacan yaşlı adam rolünde Margaret'in babası vardı, Dracula'da bu kişi Van Helsing'ti. Yalnız bu kitapta gerilim dozu Dracula ile karşılaştırılınca bence yeterli değildi ama yine de ilgi çekici bir kitaptı. Bugün kütüphaneden iki yeni kitap aldım, onlara başlamak için biraz zamanın var çünkü okumayı düşündüğüm bir sonraki kitap Virginia Woolf'un Bayan Dollaway'i...

6 Temmuz 2010 Salı

Mutluluk Projesi


Yedi Yıldız Mücevheri'nde 105. sayfadayım. Sherlock Holmes tarzında devam ediyor, ama Mısır'la ilgili olması açısından ilginç sayılır. Yine de Drakula'dan aldığım tadı alamadım diyebilirim, belki onun günlükler tarzında yazılmış olması veya ana dilinde okumuş olmam, hatta kitabın ciltli ve eski olması..:) ama yine de o roman daha sıcaktı sanki. Gerçi konu yeni yeni açıldı, giriş kısmının gereksiz yere uzun olduğunu söyleyebilirim yine de.
Bu arada Gretchen Rubin'in Mutluluk Projesi isimli çok satan kitabını okumaya başladım. Gerçekten benim hislerimi yansıtıyor, diğer insanların da aynı şeyleri hissediyor olduğunu bilmek güzel, yani herşey çok güzel ama neden yeterince mutlu değilim diye soruyor yazar, ve kendisini daha mutlu hissedebilmek için bir proje başlatıyor; buna göre yılın 12 ayından her birini, hayatındaki belli bir konuda düzenlemek yapmak, dolayısıyla sonuçta daha mutlu olabilmek için, ayırıyor. Mesela şu an Ocak Ayı: Enerji kısmını okuyorum. Gerçekten çok yerinde önerileri var; mesela enerji hem zihinsel hem fiziksel olarak ayrılmış; fiziksel enerjimizi arttırmak için daha iyi uyumak ve daha iyi egzersiz yapmak var, bunun için da bazı öneriler vermiş yazar. İkinci kısım zihinsel enerjiyi arttırmak, bunun için sürüncemedeki işleri sonlandırmak, yapılması gerekenleri bir an önce yapmak ve en önemlisi evdeki düzeni sağlamak geliyor; dolapları düzenlemek, dağınıklığı ortadan kaldırmak, atılması gerekenleri atmak gibi. Bunun için de güzel öneriler var. Kitabın oldukça pratik ve kolay okunabilir olduğunu söylemeliyim, çok hoşuma gitti. Ayrıca yazar "belki sizin hayatınızda yeniden düzenlenmesi gereken konular benim belirlediklerimden farklı olabilir, siz de kendi konularınız için bir mutluluk projesi başlatabilirsiniz" gibi bir fikir de veriyor. Bu arada blogumun sağ tarafında kendi mutluluk projenizi başlatmak için bir link bulabilirsiniz. Resimde gördüğümüz kişi kitabın yazarı Gretchen Rubin.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Lilium




Os iusti meditabitur sapientiam,
Adilin ağzı bilgeliğini göstermeli
Et lingua eius loquetur indicium.
Ve dili hakkaniyeti söylemeli
Beatus vir qui suffert tentationem,
Kutsanmış olan, cezbedici günahlara kanmayan insandır
Quoniqm cum probates fuerit accipient coronam vitae.
Tek bir kez denemek için bile olsa yaşamın tacını alacaktır
Kyrie, ignis divine, eleison.
Oh Tanrım, kutsal ateş, merhametli ol

Oh quam sancta
Oh ne kadar kutsal
Quam serena
Ne kadar huzurlu
Quam benigna
Ne kadar yardımsever
Quam amoena
Ne kadar sevimli
O castitatis lilium
Oh, Saflığın zambağı.

Elfen Lied isimli, pek de kaliteli olmayan bir animasyonun, bana göre inanılmaz kaliteli olan şarkısı Lilium’dan bahsedecğim size. Bu animasyonun giriş kısmında Klimt’in Öpücük tablosuna benzer çeşitli görüntüler eşliğinde bu şarkı çalar. İlginç bir nokta şarkının Güney Koreli bir ekip tarafından icra edilmesidir. Sözler de bu ekip tarafından yazılmıştır. Şarkının sözleri cezp edici günahlara kanmayan insanların sonunda mükafatlandırılacağından bahseder ve bunun saflığın zambağı kadar kırılgan ve zor ulaşılır olduğunu söyler, ama buna deyeceğini çünkü ona ulaşmanın kutsallık, huzur, yardımseverlik ve sevimliliği de getireceğini anlatır.

Bana dinlerken düşündürdükleri de başka…Bu şarkı beni başka yerlere götürüyor. Latince konuşulan mistik bir yere, gizemli bir ormana… Sakin ama hüzünlü. En baştaki gonglarla başlıyor şarkı. Sonra melek sesli bir kadın şarkı söylemeye başlıyor, içimiz hüzün doluyor. Yine ilahi bir havada erkekler başlıyor şarkıya, çok değerli ve güzel bir şeyin ziyan oluşu, kaybedilişinden bahsediyorlar sanki. Bütün iyilik ve güzelliklerin yitip gidişi, bir savaşla kayboluşu, insanlığın iflah olmazlığı. Sonlara doğru sözsüz mırıldanış, kadının katılışıyla birlikte geceden sonra doğan güneş gibi hala bir umut olduğunu müjdeliyor sanki. Ne kadar hassas ve kırılgan olsa da saflığın zambağı yine de varlığını sürdürüyor…

Yedi Yıldız Mücevheri


Patricia Highsmith, Yetenekli Bay Ripley'den sonra Carol'la beni hayal kırıklığına uğrattı. Hızlı okuma teknikleriyle ikinci gününde kitabı bitirdim. Kitabın ikinci yarısı özellikle yine kovalamaca kısımları nedeniyle sıkıcıydı. Zaten diğer kısımları da ilgimi çekmedi, kısacası hayal kırıklığına uğradım. Kitabın diğer adı olan Tuzun Bedeli ismi ve kitap arasında da bir bağlantı kuramadım. Kitabın sonunda, yazar kendisi de Therese gibi, bir noel arifesinde büyük bir mağazanın oyuncak bölümünde çalışırken çok şık ve güzel bir kadın görüp ondan etkilendiğini, bu romanı yazarken o olaydan esinlendiğini belirtmiş. Bugün de Bram Stoker'ın Yedi Yıldız Mücevheri'ne başladım. Kitabın ilk sayfasında yazarla ilgili bilgi verilmiş, Bram Stoker 1847-1912 yılları arasında yaşamış, hayatının ilk döneminde -herhalde çocukluğunda- engelli bir insanken daha sonra okulun en başarılı atletlerinden biri olmuş, bu beni gerçekten etkiledi. Benzer bir durum William Faulkner için de vardı sanırım, ama galiba o orduya yazılmak istemiş de almamşlar. Bram Stoker için "Viktorya döneminde tam bir İngiliz centilmeni olarak yaşadığı için atılgan ve serüvenci kişiliğinin dönemin katı kurallarınca sadece kitaplarına yansıtılabildiği"nden bahsedilmiş. Tam bir İngiliz centilmeni olduğu Drakula romanındaki nezaket ve zerafetten anlaşılıyordu zaten. Bu romanı da Sherlock Holmes tarzında başladı, sanırım bir mumya hikayesinden bahsedilecek.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Bugün kütüphaneden iki yeni kitap aldım; Patricia Highsmith'den Carol (Tuzun Bedeli) ve Bram Stoker'dan Yediyıldız Mücevheri, ikisini de merak ediyorum. Yazar Carol'ı içindeki eşcinsel aşk nedeniyle farklı bir isimle yayınlatmış ilk çıktığında. 30. sayfa civarındayım, Theresa çok sıkı disipline sahip büyük bir mağazada tezgahtarlık yapıyor, giriş kısmı bana George Orwel'in 1984 romanını anımsattı...

24 Haziran 2010 Perşembe

Aşk-ı Memnu Finali


Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'sunu okuduğumda beğenmiştim ama daha sonra romanın dizi filme uyarlandığını duyduğumda izleyeceğimi ve hatta dizinin tutacağını hiç tahmin etmezdim. Roman kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, herkezin bir "aşk-ı memnu" yaşadığı veya hisettiği adeta karikatürize bir hikayeydi. Bu özelliklerin dizi de daha da göze batacağını düşünmüştüm. Ama yine de bir süre sonra ben de izlemeye başladım diziyi. Gerçekten sürükleyiciydi. Bir de üstüne Ziyagil Köşkünün göz kamaştırıcılığı, güzelim boğaz manzaraları, çekici giysiler, takılar, dekorasyon vb. eklenince benim için kısa sürede vazgeçilmez oldu. Ve bugün sona geldik. Son haftalarda sürekli izlediğimiz genç Bihter'in acıları:) Bu son bölümde özellikle iç acıtıcıydı; onun hastalıklı tutkusu, yaşadığı karşılıksız aşk değil bir insan olarak içinde yaşadığı acıydı beni etkileyen. Sonunda intihar edecek kadar hastaydı. Herkesin hayatını alt üst etti olanlar. Cenaze töreni ne olursa olsun ölümün herşeyi ne kadar önemsizleştirdiğini anlatıyordu.Beşir de hayata gözlerini yummuştu. Sadece kendini düşündüğünü sandığımız Firdevs Hanım bile kızının ölümüyle yıkılmıştı. Bu ölüm Behlül'ün de kendisiyle bir iç hesaplaşmasına sebep oldu. Ama artık yapılabilecek bir şey yoktu. Nihal ve Adnan Bey yıkılmışlardı şüphesiz ama hayat devam ettiği sürece her zaman yeni bir umut vardı, Adnan Bey bunu "şu ağaç kadar şanslıyım, canlıyım bir kere, her geçen gün yeni bir umutla yeşeriyorum," diyerek ifade etti. Köşkü boşaltmışlar, eskiyi bir daha hatırlamamak, iyileşmek üzere yeni bir eve taşnıyorlardı şimdi. Bu sahnede çalan müzik hüzünlüydü ama umutsuz değil. Son sahnede, ne olursa olsun hep onlarla olan Matmazel De Crouton yine onlarlaydı, yeni bir hayata başlamak üzere hep birlikte yeni evlerine doğru yola çıktılar... Yarın içimde bir hüzün olacak...
Akıl ve Tutku'da hızlı okuma teknikleriyle bayağı bir ilerledim:) Kitaptaki olaylar ya abartılı ya da sıradan geldi bana. Ara ara okuduğum Yazarın Odası'nda şu an, "Yüzyıllık Yalnızlık" kitabının yazarı Gabriel Garcia Marquez'in kısmınıdayım, röportajın yapıldığı sıra Bram Stoker'ın Drakula'sını okuyormuş, yorumu; "harika bir kitap ama eskiden zaman kaybı diye okumazdım," demiş, ilginç:)

23 Haziran 2010 Çarşamba

Madama Butterfly


David Cronenberg'in Dead Ringers'ten sonra bir başka Jeremy Irons filmi Madama Butterfly. Bu aslında Puccini'nin operasının adı. Film oldukça ilginçti.1964 yılında Çin'de Fransız bir diplomat olan Jeremy Irons, Çinli bir opera sanatçısına ait olur. Miss Song tam bir geyşadır, güzel şarkı söyler, güzel yazı yazar, güzel çay servisi yapar, uysaldır ve René'yi kendine aşık eder. Ama Song erkektir, bunu gizlemekte çok usta olduğundan René asla ferketmez bu gerçeği, hatta Song René'nin çocuğunu doğurduğuna bile ikna eder onu. Halbuki Song bir Çin casusudur. Fransızlar Song'u yakalar, René'yle ilişkisini ortaya çıkarırlar ve ikisi de yargılanır. Song mahkemeye erkek kılığıyla gelir ve aşağılayıcı bir sorgulamaya maruz kalır. Mahkeme bitiminde ikisi de aynı arabaya bindirilir, René cezaevine Song'sa Çin'e gönderilmek üzere havaalanına götürülmektedir. Song René'nin hala kendisini sevdiğini iddia etmekte, bunu ona göstermeye çalışır. René hala "Miss Song"u sever aslında ama yaşadığı sahtekarlığı asla sinidiremez. Sonunda René cezaevinin Madama Butterfly'ı olur ve bir gösterisi sırasında kendini öldürür...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Akıl ve Tutku, 200. sayfadayım, yani yarısındayım, konu biraz renklendi ama dili beni pek sarmadı dediğim gibi. Yeni kitaplara başlamak istiyorum. Bu arada ara ara Yazar Odası'nı okuyorum, her gün 3-5 sayfa. Hemingway ve Oscar Wilde romanlarını ayakta yazıyorlarmış...

18 Haziran 2010 Cuma


Akıl ve Tutku'da 115. sayfadayım. Açıkçası şimdilik beni pek sarmadı, Miss. Smith, Mrs.Dashwood vs.. gibi sürekli isimlerin tekrarı, sürekli konuşmalar, üstelik bazı yerlerde kişiler isimleri bazı yerlerdeyse soyadları ile belirtiliyor, bu da biraz karışıklık yaratabiliyor. Bilmiyorum, kitap 400 sayfa belki ilerde açılır. Ama Jane Austen'in Mansfield Park'ı bundan daha çok hoşuma gitmişti sanki. En beğendiğim kitabı ise tabi ki Gurur ve Önyargı. Darcy'nin tavırları hem biraz Uğultulu Tepeler'deki Heatcliff'e hem de Judith McNaught'un romanlarndaki erkeklere benziyordu. Bu arada Jane Austen romanlarının ilüstrasyonlarının olduğu bir sayfa buldum, çok hoş; www.pemberley.com/janeinfo/jabrokil.html
Yukarıdaki resimde Mansfield Park'tan Edmund ve Fanny'i görüyoruz. Bu arada Jane Austen'den Northanger Abby'i de almıştım ama onu daha sonra okuyacağım.

15 Haziran 2010 Salı

Eski Hastalık'ı bitirdim, sonu beni oldukça şaşırttı. Gidişat hiç öyle göstermese de son ana kadar Züleyha ve Yusuf'un yeniden birleşeceğini sanıyordum oysa son anda Züleyha bazı itiraflarda bulunsa da sonunda ikisi de kendi yoluna gitti. Kitabın konusu; iki kişi arasında fiziksel çekim olsa da eğer anlaşamıyorlarsa, farklı dünyaların insanlarıysalar bu iş olmaz, gibi birşey:) Akıl ve Tutku'ya başladım, 16. sayfadayım sanırım. Gece hiç uyuyamadım, ben de kalkıp Film Kulübü'nü okudum biraz, o da hoşuma gidiyor. Anlatılan kişinin gerçek olması da ayrıca hoş, yazar oğlunun hayatından oldukça bahsetmiş, hatta oğlunu facebook'ta buldum:)) Filmler konusunda da oldukça yol gösterici, bununla birlikte roman şeklindeki tarzıyla da sonunu merak ettiriyor:) Bu arada Rebeka dün elime geçti, kitap 1941 basımı, önsözü oldukça komiğime gitti, "romanın bazı kısmlarını özetlemişler":))

14 Haziran 2010 Pazartesi

,
Haftasonu bir kaç film seyrettim; biri Lars Von Trier'in Anti-Christ (Deccal)'i.. Berbat bir filmdi, Willem Dafoe oynuyordu, onu severim ama filme dayanamadım, ne korku filmi ne psikolojik.. Haftasonu gazetede okuduğum filmin kritiğinde ise pek beğenilmese de yine de Lars Von Trier'in başyapıtı olarak kabul edilmiş film. Aynı yazıda filmin kadınları aşağıladığı için protesto edildiğinden bahsediliyordu ki bu kısmı da hiç anlamadım! Herneyse, gelelim diğer izlediğim filmlere. The Brood'dan sonra sıra diğer Cronenberg filmlerine gelmişti. Anti-Christ'ten sonra Videodrome'u seyrettim, biraz enteresandı ama yine de pek beğenmedim. Ertesi gün (yani dün) de yüksek puanlı diğer bir Cronenberg filmi olan Dead Ringers'ı seyrettim. O da ilginçti, imdb'den okuduğuma göre film 20 ödül kazanmış ama o derece beğenmedim. Bu arada ikizlerin ikisini birden canlandıran Jeremy Irons çok iyiydi. Nedense hep bu tür rollerde oynuyor. Cronenberg'in izlemeyi düşündüğüm diğer bir filmi olan Madam Butterfly'da da kendisi oynuyor. Bu arada Eski Hastalık'ta oldukça ilerledim, değişik. Yine de okuduğum Reşat Nuri Güntekin eserleri arasında Çalıkuşu ve Dudaktan Kalbe'yi daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bir eski İstanbul resmini görüyoruz, adresi http://www.mimarizm.com/V_Images/2009/Kentin_Tozu/beyoglu/beyoglu1up.jpg

12 Haziran 2010 Cumartesi

Eveet blogumun tasarımını içeriğine uygun olarak değiştirdim..:) Eskisi de güzeldi gerçi ama dediğim gibi bu tasarım içeriğe daha uygun.. Reşat Nuri Güntekin'in Eski Hastalık isimli kitabını yarıladım, daha yeni konuya girebildik.. Şimdiye kadar okuduğum REşat Nuri Güntekin eserleri Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Yaprak Dökümü, Kavak Yelleri ve Akşam Güneşi,daha sonra Ateş Gecesi'ni de okumayı düşünüyorum. Bu arada dün yine kütüphaneye gittim Virginia Woolf'un Mrs. Dollaway'ini aldım, Saatler filminde bu kitaptan bahsediliyordu. Sonra bir de Jane Austine'in "Akıl ve Tutku" (Orijinal ismi "Sense and Sensebility" olmakla birlikte farklı yayınevlerince farklı isimlerde çevrilmiş)isimli kitaplarını aldım. Bu arada Film Kulübü'ne de bakıyorum ara ara, zaten oldukça kolay okunuyor, hoş ve aynı zamanda bana filmler hakkında da fikir veriyor, beğendim:)

10 Haziran 2010 Perşembe

The Brood


Dün David Cronenberg'in 1979 yapımı olan The Brood filmini seyrettim, konusu oldukça ilginçti, belki biraz daha iyi işlenebilirdi. Burada ünlü bir psikiyatrist olan Dr.Ragdall Psikoplazmik denilen yeni bir yöntemi kullanıyor, bu yöntemle hastaların duyguları o kadar şiddetli şekilde yaşatılıyor ki sonuçta hastanın duyguları canlı varlıklar doğuruyor, bu hem gerçek (farklı kitaplarda buna benzer şeyler okumuştum) hem de oldukça ilginç bir konu. Filmde hasta bir anne var, bu annenin düşünceleri çocuk görünümünde deforme cüceler ortaya çıkarıyor, işte bu kısımda belki daha iyi bir şeyler yapılabilirdi. Cronenberg'in diğer filmleri de sırada, mesela Dead Ringers 20 tane ödül almış, Jeremy Irons oynuyor, onu merak ediyorum. Bu arada Reşat Nuri Güntekin'in "Eski Hastalık" romanına başladım.

9 Haziran 2010 Çarşamba


Gece Sesleri bitmek üzere. Ayşe Kulin aile hikayeleri anlatmada çok başarılı bence, o sıcak havayı çok güzel vermiş, kitap da oldukça sürükleyici. Daha sonra Veda'yı da okumak istiyorum, ayın 26'sında dönüyormuş kitap kütüphaneye (bu kelime kitaphane olmalıymış şimdi fark ediyorum:)) Bugün Film Kulübü diye bir kitap aldım, onu da merak ediyorum. Bir baba, oğluyla iletişim kurabilmek için oğlunun tek ilgi duyduğu konu olan filmlerden yararlanmayı düşünür, kitabın alt başlığı "okul yok, iş yok, sorumluluk yok, sadece haftada üç film izlenecek", çok hoş..:) Resmin adresi; http://fireflyforest.net/firefly/2007/01/24/snowy-night-in-tucson-january-21-2007/

7 Haziran 2010 Pazartesi


Dün akşam Ripley Under Ground'u seyrettim, iyi değildi, zaten kitapla çok az ilgisi vardı, özellikle Talented Mr.Ripley'den sonra hiç iyi değildi, Matt Damon'un yerine Ripley tanımam:) Ripley's Game'de John Malkovic canlandırıyor Ripley'i ama onun da Matt Damon'un yerini tutacağını sanmıyorum. Bu arada bugün geldi Ripley'in Oyunu kargodan. Bugün Ayşe Kulin'in "Gece Sesleri"ni ve REşat Nuri Güntekin'den "Eski Hastalık"ı aldım kütüphaneden. Aslında Rebecca'yı alacaktım ama kötü durumdaymış kitap o yüzden alamadım. Neyse bugün başladım Gece Sesleri'ne, Ayşe Kulin'i seviyorum, bu da güzel bir kitaba benziyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Ripley Karanlıkta'yı dün bitirdim. Serinin bir sonraki kitabı Ripley'in Oyunu, kütüphanede yok, ben de internetten bulup sipariş ettim. Dördüncü kitap olan Ripley'in Takipçisi'ni ise ne kütüphanede ne de internette bulabildim. Son kitap Suyun altında: Bir Ripley kitabı kütüphanede var. Bu arada Ripley Karanlkta ve Ripley'in Oyunu'nun filmlerini indiriyorum internetten. Gelelim kitaba; son 100 sayfada Tom, Bernard'ı arıyor, bunun için Salzburg'a gidiyor, bu arada ressam Derwatt'ın ortadan kaybolmasını garipseyen polisler için de bir hikaye uydurmaya çalışıyor. Bir de Murchison'un karısını idare etmek zorunda kalıyor. Beranrd intihar edince onun cesedini yakarak Derwatt'a ait olduğunu iddia ediyor, Bernard'ın da ortadan kayboluşunu -kendisinin günlüklerinde yazdıklarının da yardımıyla- nehire atlayıp intihar etmiş olabileceğine bağlıyor, hikaye polis tarafından da kabul görüyor ve Ripley -kitabın sonunda kendisi hala tedirgin de olsa- bu olaydan da sıyırmış oluyor. Son 100 sayfadaki Bernard takibi pek merak uyandırıcı olmasa da güzel bir kitaptı...

3 Haziran 2010 Perşembe


182'deyim, kitap çok sürükleyici. İlk başta ilk kitabın daha iyi olduğunu düşünmüştüm ama şimdi belki ondan bile güzel. Kitabın dili çok güzel, yazarın mizah anlayışı çok hoş, normalde konu insana soğuk bile gelebilir ama dili, insan doğasını kabullenişi ve tabii Ripley'in keyifli hayatını anlatımı kitabı çok sıcak yapıyor. Kesinlikle serinin diğer kitaplarını da okumak istiyorum. Tom Ripley özellikle ilk kitapta antipatik bir karakterdi daha çok, şimdiyse işlediği o kadar cinayete rağmen sempatik:) Karısını seviyor, anlayışlı, düşünceli, hassas, güzellikleri görebiliyor, misafir perver, kibar, sürekli yeni şeyler öğrenmek istiyor, entellektüel, zevk sahibi... Tek sorun, soğuk kanlı bir şekilde cinayet işleyebilmesi. En son Derwatt tablolarının sahte olduğunu iddia eden Murchison'u evine davet etti, onu oldukça güzel bir şekilde evinde ağırladıktan sonra, hala tabloların sahte olmadığına ikna edemediği ve son anda bütün olayları açıkladığı için öldürmek zorunda kaldı. Hemen ardından Dickie Greenleaf'in kuzeni Chris de misafirliğe geldi, kendisi oldukça eğlenceli bir tip. Aynı anda sahte tabloların ressamı Bernard'da geldi, Tom ona bütün olayları anlattı ama Bernard müthiş bir suçluluk duyuyor ve olayları itiraf etmek istiyordu. Ama Tom onu ikna etti ve Fransız polisi soru sormak için geldiğinde son derece başarılı bir şekilde yalan söyledi. Bu arada Bernard'ın hassasiyeti güzel bir mizah unsuru olarak kullanılmış. Bernard da gittikten sonra Heloise (Tom'un karısı) Yunanistan tatilinden döndü, bir aydır ayrıydılar. Bu arada Heloise ve Tom'un ilişkisinden bahsedilmiş. Ama ben hala anlayamadım çünkü ilk kitapta Tom aseksüeldi neredeyse, şimdiyse karısıyla arasında normal bir ilişki var. Gerçi Tom onu daha çok ortağı olarak görüyor, yani arkadaşı gibi, burada onu seviyor, özlüyor ama aynı zamanda zihnini ona tamamen açmaktan, ona bağlanmaktan da korkuyor.Ancak "Karısının yerinde bir erkek, bir delikanlı bulunsaydı Tom daha çok gülerdi belki," sözleri onun eşcinsel eğilimlerini mi vurguluyor, bunu da tam anlamadım. Kısacası Tom hayatından son derece memnun, kitap okuyor, resim yapyor, bahçe işleriyle ilgileniyor, Fransızca çalışıyor, yapmak istediği her şeye istediği kadar vakit ayırıyor. Yardımcıları Madam Anette onlara güzel yemekler yapıyor, öğrenğin Murchison'la evde yedikleri tereyağlı dilbalığı ve eşliğinde içtikleri beyaz şaraplı yemek öyle güzel tasvir edilmişti ki, "koşullar farklı olsaydı, insana keyif hatta mutluluk verecek, aşıklarda -belki kahveden sonra- yatıp sevişmek ve biraz uyumak isteği yaratacak bir öğle yemeği sayılırdı bu". Üstüne tatlı olarak limonlu sufle yediler, tabii bu Murchison'un son yemeğiydi. Tom konuklarını her zaman son derece iyi bir şekilde ağırlıyor, özellikle akşam yemeklerinden sonra mutlaka konyak eşliğinde kahve içiliyor, çok hoş:)Bu arada resim http://en.fotolia.com/id/12355650 adresinden alındı, yine biraz fotoşopladım..:)

1 Haziran 2010 Salı

Ripley Karanlıkta


Serinin ikinci kitabına başlamış bulunuyorum. Bu kitabın da filmi varmış. Dickie'den kalan para, artık lüks yaşama alışmış olan Tom'un bu yaşamı devam ettirmesine yetmiyordu. Bunun için zengin bir Fransız kızı olan Heloise ile evlendi -ki bu noktada "şimdilik" hayal kırıklığına uğradım ama kitabın ilerleyen kısımlarında konuyla ilgili bir açıklama olacağını umuyorum-. Şuan 65. sayfadayım. Londra'daki bir sanat galerisiyle birlikte bir iş yapıyor. Derwatt isminde bir sanatçının belirsiz ölümünden sonra, sanki hala ölmemiş gibi sanatçı adına başka bir ressama resim yaptırıyorlar ve bu yolla büyük paralar kazanıyorlar. Zaman içinde bu resimleri yapan ressam yaptıklarından rahatsız oluyor, aynı süre zarfında aldığı tablonun sahte olduğunu inanan bir sanatseverin de ortaya çıkması işleri biraz karıştırıyor. Bu noktada da Tom'un taklit ve ikna kabiliyeti devreye giriyor... Yine güzel bir roman. Bu arada üstteki resmin ad "Red Chairs", Derwatt'ın da aynı isimde bir tablosu var (tabii hayali), http://lostcoastdailypainters.blogspot.com/2009/11/red-chairs-san-pancho-by-linda-mitchell.html

30 Mayıs 2010 Pazar


Sonunda bitti, gerçekten çok güzeldi. Kitap okumayı film seyretmekten daha çok seviyorum, evet. Tom'un hislerini maceranın her anında ayrıntlarıyla öğrenebildim. Son sayfaya kadar Tom yakalanma korkusu yaşadı. Amerikalı dedektif McCarron'la görüştü, dedektif hiç şüphelenmedi ondan. Sonra sahta vasiyetnameyi Herbert Greenleaf'a, Dickie'nin babasına gönderdi, vasiyetnamenin sahteliğinden de kuşku duyulmadı. Böylece Tom huzur içinde Yunanistan'a doğru yola çıkıp Atina'nın resimde gördüğümüz Pire limanına vardı... İkinci kitabı merak ediyorum, sırada "Ripley Karanlıkta".
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...